31 Mayıs 2007 Perşembe

ACABA6: Bilderberg İstanbul'da

Yayın tarihi: 31 Mayıs 2007
Dünyanın dört bir tarafından otel kapıları görüntüleri; uzaktan çekimler tercih edilmeli…
En sonunda Silivri’deki Klassis Otelin uzaktan görüntüleri…
Çarsamba ve perşembe günleri boşaltılmış otele giriş yapan Bilderbergçiler ve onları izleyen yerli-yabancı gazeteci grubu
Dünyaca ünlü bazı simalar:
Henry Kissinger, Hollanda Kraliçesi, Paul Wolfowitz, Richard Perle, David Rockefeller, George W. Bush, Bill Clinton, Margaret Thatcher, Tony Blair, Jimmy Carter…

Türkiye’den bazı simalar:
Selahattin Bayazıt, Suna Kıraç, Mustafa Koç…
Ali Babacan, Gazi Erçel, M. Ali Bayar…

Dünyada altüst oluş görüntüleri: Darbeler, savaşlar, petrol, kıtlık, kuraklık…


Atilla AKAR
Türkiye Bilderberg toplantılarıyla erken tanışmış. Yani ilk Bilderbergin kuruluşundan bu yana hemen tanışmış bir ülkedir.1. toplantı 18-20 eylül tarihleri arasında 1959’da, İstanbul Yeşilköy çınar otelde yapılmıştır. O zamanki DP döneminin bakanları, bir kısmı ve Adnan Menderes katılmıştır. Rahmetli. Sonraki 2. toplantı 25-27 nisan 1975te İzmir Çeşmealtı Yunus otelde yapılmıştır.



SES:
(Ünlü Bilderberg katılımcılarının –yabancı veTürk- görüntüleri slayt biçiminde…)

Dünyaca ünlü ‘Bilderberg Grup’ bu yılın toplantısını da Türkiye’de yapıyor. Toplantılarını her yıl dünyanın değişik bir yerinde yapma adeti var Bilderberg’in. 1954 yılında oluşturulmuş ve her yıl muntazaman toplantılarını yapmış olan Bilderberg, 53 yıl içerisinde tam üç kez Türkiye’de buluştu. Bu yıl yaklaşık 120 Bilderberg katılımcısı üç günlük toplantı için yine İstanbul’a geliyor.
Bilderberg toplantılarına katılanlar her ülkenin en önde gelen simaları; aralarında kraliçeler, cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, politikacılar, sanayiciler, bankerler, işadamları, medya patronları, uluslararası kuruluşların tepe yöneticileri, ünlü gazeteciler var… Bu insanlar, üç gün boyunca, diğer müşterilerin boşaltıldığı, sadece kendilerine tahsis edilmiş bir otelde, başlarını bile dışarı çıkarmaksızın, dünya olaylarını tartışıyorlar.
Küreselleşme denilen ve bütün dünyayı etkisi altında tutan gelişmede en büyük payın sahibi oldukları belli de, yine de kim bu adamlar? Neden her yıl bir araya geliyorlar? Onların birlikteliği söylendiği gibi dünyanın bir yerlerinde darbelere, savaşlara mı sebep oluyor? Aralarına kabul ettikleri politikacıların başına talih kuşu konuyor mu? Bazılarının iddia ettiği gibi bir ‘dünya hükümeti’ mi Bilderberg, yoksa kendilerinin ileri sürdüğü gibi meraklı bir zenginler topluluğu mu?


Ömer Lütfü METE
Ülkelerinde toplumlarında önemsenen insanlar Bilderberg’e katıldığına göre, bu sadece spor olsun diye, ya da hobileri tatmin etmek için gerçekleştirilen bir buluşma değil. Bu buluşmanın dünyanın gidişi üzerinde bir etkisi olması lazım.
…..
Buralar dünyayı yönetenlerin anlam ve önem verdiği yerlerdir. Dünyayı yönetenler tabi ki her şeyi yapıyor değillerdir, her şeye hakim değillerdir. Uçan kuştan haberdar değillerdir. Ülkelerin sandıklarına ellerini uzatacak kadar, birebir bütün oyları tek merkezden pay edecek kadar asla hakim değillerdir. Ama dünyanın her bir tarafına elleri uzanacak kadar güçlü odaklardır bunlar. Güçlü odakların yapılanmaları ve de toplanmaları önemlidir, tehlikelidir, çünkü dünya tehlikeli bir dünyadır.



Cüneyt ÜLSEVER (Bilderberg 2005 katılımcısı)
Bilderberg toplantıları 2. dünya savaşı ardından, komünizmin Avrupa ya yerleşmeye başlamasıyla birlikte, Atlantik in iki ucundan, yan, transatlantik dediğimiz, Avrupalı ve Amerikalı entelektüel, siyasetçi, bürokrat, iş adamlarının bir araya gelip, ya bu gelişen komünizme karşı ne yapabiliriz, bunun için beyin fırtınası yapalım amacıyla meydana getirdikleri bir toplantılar serisi.



Atilla AKAR
Zannedildiğinin aksine bir Bilderberg örgütü ya da Bilderberg isimli bir hukuki statüsü olan bir kuruluş söz konusu değildir. Kurucuları arasında o zamanki Hollanda prenslerinden prens Bernhard vardır ki, kendisi eski bir Nazidir. Aynı zamanda da daha sonra Lockheed ünlü Lockheed rüşvet skandalına adı karışmıştır. Diğer önemli kurucusu da Polonyalı haham ve sosyolog olan doktor Joseph Retinger dir. Bu iki kişinin öncülüğünde kurulmuştur. Ama Bilderberg tabi ki bir kişisel inisiyatif hareketi değildir, arkasında çok güçlü bir grubun desteği vardır. Daha geniş açıdan baktığımızda Bilderberg aslında bir Amerikan projesidir. Bir CIA organizasyonudur. 2. Dünya Savaşından yıkık çıkan Avrupa nın başta Sovyet tehdidi, o zamanki yani iki kutuplu dünya içinde, Sovyet tehdidine karşı birleşmiş Avrupa fikri ortaya atılmıştır. ABD ve CIA Avrupa ya yeniden şekil şemal verebilmek için Avrupalı elitlerin öncülüğünde ve kendi insiyatiflerinde bir hareket başlatmak istemiştir. Nitekim Bilderberg in ilk kuruluş toplantısını CIA başkanı, o zamanki CIA başkanı William Donovan ve Bedel Smith iki CIA ci çok önemli isimlerdir ve ayrıca Charles Jackson o da CIAcidir bizzat katılmışlardır. Amaç yeniden bir birleşmiş Avrupa olarak tanımlanabilir de, nitekim o zamanlar demir-çelik birliği adı altında başlayan bu günkü AB projesi adım adım Bilderberg eliyle, Bilderberg inisiyatifiyle hayata geçirilmektedir. Dolayısıyla Bilderberg Birleşik Avrupa Projesinin çizildiği yerdir. Ya da tersi bir ifadesiyle söylersek bugünkü Avrupa Birleşik Devletleri projesi aslında bir Bilderberg projesidir.



F KORU:
(Görüntülerde çeşitli tv programlarında ve gazetelerde FKoru)

Türkiye Bilderberg konusunu en yaygın biçimde, geçen yıl, benim yüzümden tartıştı. Gazeteler günlerce benim adımın mutlaka geçtiği haberlerle Bilderberg Grubu sayfalarına taşıdılar; televizyonlarda uzun uzun tartışmalar yapıldı aynı konuda. Daha önce de Bilderberg konusu hangi vesileyle gündeme gelse görüşlerine mutlaka yer verilen kişilerden biri yine bendim; ancak geçen yıl durum farklıydı. Bu defa yıllarca yazılarıma konu ettiğim, kendilerinden ‘dünya egemenleri’ veya ‘dünya hükümeti’ diye söz ettiğim Bilderberg’e katılmak üzere aldığım davet sebebiyle tartışıldım haftalar boyu.
İzlediğiniz program her yönüyle dünyada bir ilk teşkil ediyor. Bilderberg Grup ilk kez kendisine kuşkuyla bakan birini toplantısına davet etti. Geçen yıl bu zamanlarda Kanada’nın Ottowa kentinde yapılan 54. Bilderberg toplantısında tarihinde ilk kez ona kuşkuyla bakan biri de bulundu. Yani ben. Kaynaklara bakıldığında görülecektir: Bilderberg toplantılarına katılanlar orada yaşadıkları deneyimi başkalarıyla pek paylaşmazlar. Bilinen iki istisnanın ikisi de İngiliz’dir: Eski başbakan Margaret Thatcher’in katıldığı toplantıyı tanıdıklarına aktardığı biliniyor. Eski maliye bakanı Denis Healey de, bir gazeteciye, Bilderberg maceralarını anlatmıştı.Hepsi bu kadar…
Anlayacağınız, sizler dünyada belki de en şanslı meraklı kitlesiniz; çünkü Bilderberg’e katılmış birinin gördükleri ve yaşadıklarından hareketle grubu anlattığı ilk televizyon programını izliyorsunuz.



Cüneyt ÜLSEVER
Ama bu toplantıların, baştan yeri, katılımcıları ilan edilmediği için, toplantılarda herkes görüşlerini serbestçe beyan etsin diye, kimin ne söylendiği onun ağzından verilmediği için böyle bir gizem yaratılmış. (03.43) bu gizem giderek komplo teorileri haline dönmüş, ve dünyada da bu komplo teorilerini, ne derler, fırsat tanıyanlar var, bunun hakkında çeşitli tevatürler yaratılmış. Türkiye de de bu komplo teorilerinin başını gazeteci arkadaşımız Fehmi Koru çekti. Uzun yıllar bu toplantılarda çok temel kararlar alındığını, bu toplantıya katılanların bir nevi bir gizli örgütün mensubu haline geldikleri, bulundukları ülkede önlerinin açıldığı, yükseldikleri, çok kritik görevlere geldiklerini iddia etti. (04.24) ve komplo teorilerini sevenlerce de bu iddialar tabi genel kabul gördü. Benim katıldığım toplantı sonrasında ben örneğin hiçbir şey olamadım. Bir tek Bilderbergle ilgili tek bir niyazım kabul edilmiştir, toplantıdan geldikten sonra Aksiyon dergisine verdiğim demeçte, “Allahım, inşallah gelecek yıl Fehmi Koru’yu davet ederler” demiştim. O dileğim tuttu mesela. Nitekim de geçen yıl Fehmi Koru kendisi davet edildi bu toplantıya.



SES:

Türkiye’den Bilderberg’e her yıl önemli sayılabilecek sayıda kişi katılıyor. Geçen yılki bir rekordu; tam altı kişiyle gidildi Ottowa’daki toplantıya… Bu yılın toplantısı İstanbul’da yapılacağı için, kapalı toplantılara katılanlar yanında, o toplantılara katılmayıp yalnızca organizasyonu izlemeye gelmiş gençler de vardı Ottowa’da.
İlk toplantıdan itibaren Türkiye Bilderberg toplantılarının ilgi merkezi olmuştur. Bunu yalnızca kabarık katılımcılar listesine bakarak söylemiyoruz, Bilderberg denildiğinde aklımıza esas gelmesi gereken çekirdek grubun içinde mutlaka Türkiye’den birinin bulunması da bize bu önemi hatırlatıyor. Uzun yıllar işadamı Selahattin Bayazıt katıldı Bilderberg toplantılarına; daha sonra Koç Holding’ten Suna Kıraç üstlendi onun bırakmasıyla doğan boşluğu… Halasından sonra Mustafa Koç sürekli katılımcı statüsünü devraldı.


Atilla AKAR
(Türkiye’den görüntüler: asker, politikacılar, tv ve gazete binaları…)

Son dönemde yani, 2000li yıllardan bu yana Bilderberge katılan Türklerin hem sayısında hem de niteliğinde bir artış ve değişiklik olmaktadır. Özellikle benim görebildiğim kadarıyla, ekonomik mekanizmalarda önde gelenler ve medya önde gelenleri ağırlık taşımaya başlamıştır. Yani, devlet bakanı Ali Babacan arka arkaya iki kere katılmıştır Bilderberg toplantısına, yani ekonomi ağırlıklı anlamında. Bir çok radyo televizyon yöneticisi ve yazar Bilderberge katılmıştır. Sayılar artmaktadır adeta kafilelere dönüşmektedir. Yani bu da Bilderbergin Türkiye üzerindeki , daha doğrusun Türkiye nin Bilderberg üzerindeki önemi artmaktadır. Türkiye özel bir ilgi alanına girmişe benzemektedir. Dediğim gibi Türkiye açısından Bilderberg önemlidir. Bilderberg açısından da Türkiye önemlidir çünkü Türkiye Bilderberg planlarının tam merkezinde durmaktadır. Yine benim şahsi kanaatime göre, örneğin geçmişte Ecevit in hastalığı bahanesiyle yürütülen kampanya ve ardından o zamanki hükümetin siyasi ömrünün bitirilmesi operasyonu ve benim troyka komplosu dediğim olgu aslında bir Bilderberg operasyonudur. Yani Bilderberg gerektiğinde Türk siyasetine doğrudan müdahale edebilmektedir. Kemal Derviş eliyle yürütülen troyka komplosu da bana göre bunlardan birisidir.



SES:

Bilderberg konusunda en ciddi yanlışlık toplantılara katılan herkese aynı muameleyi yapmamızdan kaynaklanıyor. Çünkü toplantılarıyla gündeme gelen Bilderberg’in içinde bir de çekirdek Bilderberg var. Bilderberg dediğimizde esas anlaşılması gerekenler onlar; yoksa onların her yıl görüşlerinden yararlanmak veya etkilemek üzere davet ettiği, bir kereliğine katılan kişiler değil…
Hollanda Kraliçesi bir eli kanda da olsa katılıyor her yılın toplantısına; en devamlı Bilderbergçilerin hepsi de değişik özellikleriyle tanınan simalar: Amerika’nın en zenginlerinden banker David Rockefeller sözgelimi, ileri yaşına ve aksayan sağlığına rağmen geçen yıl Ottowa’daydı, bu yıl da İstanbul’da.
Döneminde dünyanın en fazla karıştığı Amerikan dışişleri bakanı Henry Kissinger da ajandasında Bilderberg toplantı tarihini her yıl boş bırakıp nerede yapılıyorsa oraya koşanlardan…
Irak Savaşını Amerika’nın başına açan ekibin en önemli adamları Karanlıklar Prensi lâkaplı Richard Perle ile İstanbul’da delik çorabıyla yakalanmış Paul Wolfowitz… Büyük petrol şirketlerinin, tomotiv firmalarının, öndegelen bankaların en üst düzey yöneticileri de öyle… Aralarında dev sigorta şirketlerinin, medya kuruluşlarının, silâh sanayiine çalışan firmaların CEO’larının da bulunduğu her yıl katılan bir grup…



C ÜLSEVER
(Yabancı Bilderbergçiler: Richard Perle, Wolfowitz, Kissinger görüntüleri…)

Toplantının bir daimi kadrosu var. Yani her sene bu toplantıya katılanlar var, bir de benim katıldığım gibi bir yıl davet edilenler var. O davet edilen kişiler, sadece o yıl için davet ediliyorlar, ondan sonraki yıllarda bir daha davet ediliyorlar ya da edilmiyorlar diyeyim, ama onlar asli üyeleri değil bu toplantıların. Benim katıldığım toplantıda, ben iki yıl evvel katılmıştım. Benim katıldığım toplantıda İran, Irak, bildiğimiz konular, Rusya gibi konular gündeme getirildi. Bunlar teker teker, kendine ait bölümlerde ele alınıyor, ilk önce bununla ilgili konuşmacılar kendi görüşlerini beyan ediyorlar. Ardından da bir açık tartışma başlıyor ve herkes, veya isteyenler kendi görüşlerini beyan ediyorlar. Toplantıların sonunda herhangi bir ortak deklarasyon veya herhangi bir şey yayınlanmıyor. Ama toplantıların ardından isim verilmeksizin, toplantıların tutanakları bir kitap halinde basılıp katılımcılara yollanıyor. Toplantıların özü bu. 02.51


F KORU:

Ottowa’daki toplantıda bir şeyi fark ettim: Çekirdek grup öyle zırt fırt söz alıp kendisini ortaya atmıyor. Gerçekten müdahalelerine gerek olduğu zaman mikrofonu ellerine alıyorlar. Bilderberg toplantısında öyle uzun uzun konuşulmuyor zaten. Konuşmacı olarak davet edilenlere en çetrefil konular için bile sadece 20 dakikalık bir süre tanınıyor. Soru-cevap faslı da müthiş hızlı; sorusu olanlara bir-iki dakikayı geçmeyen süreler sağlanıyor.
Siz ve ben de dünya olaylarını konuşmak için bir toplantı düzenleyecek olsak nasıl yaparsak Bilderbergçiler de öyle yapıyor: Çin mi görüşülecek, konunun uzmanı uluslar arası bir ismin yanında Çin’den de biri çağrılıyor. İran mı söz konusu, Filistin mi, Irak mı, bu ülkelerden biri de mutlaka toplantının konuşmacıları arasında bulunuyor. Oturumlarda İran veya Irak’ı bir İranlı ve Iraklı ile konunun uzmanı bir Batılı tartışıyor, sonra da herkesin en kısa sürede katkıda bulunması bekleniyor.



SES:

Grubun kuralı şu: Bilderberg’te tartışılanlar Bilderberg’te kalıyor. Oturumlar sırasında sürekli yansıtılan kural, orada konuşulanların konuşmacıların isimleriyle birlikte herhangi bir biçimde dışarıya aktarılmaması. Diğer müşterilere özür dilenerek kapı gösterildikten sonra, toplantıya iki gün kala, otelin yönetimi Bilderberg sekretaryasına geçiyor. Toplantılar sırasında tutulup bırakılan notları da toplayıp imha ediyor özel görevliler. Konuşmaları Bilderberg kendisi deşifre edip metni katılımcılara gönderiyor, ancak şifreli bir biçimde. Konuşmacının adını bulamıyorsunuz, onun yerine “Filanca kurumda çalışan bir uzman” diye söz ediliyor o kişiden… Soru yöneltenlerin adları da geçmiyor basılı metinde; soranın kimliği “Türkiye’den bir katılımcı şu soruyu sordu” diye geçiştiriliyor. Gizliliğe titizlikle uyuluyor.


Atilla AKAR
(Macera filmlerinden görüntüler)

Benim kişisel tanımım Bilderberg in hem gizli bir örgüt olduğu hem de olmadığı yönündedir. Yani hem evet hem hayırdır. Bu ilginç bir yaklaşımdır. Şöyle ki, açarsak Bilderberg son tahlilde gizli bir örgüttür. Fakat tümüyle gizli bir örgüt de değildir. Neden? %100 gizlilik bugün sadece romanlarda söz konusudur. günümüzün gizli örgütleri, aslında romanlardaki gibi hiçbir zaman hiçbir yerde gizli bir örgüt yok, hele de günümüzün gizli örgütlerinin kendi internet siteleri, büroları, üye listeleri, hemen hemen mevcuttur, faksları telefon numaraları. Önemli olan, benim şahsi fikrime göre stratejinin gizliliğidir, karar vericilerin gizliliğidir, niyetin gizliliğidir. Yoksa bugün %100 gizli bir örgüt ancak romanlarda söz konusudur. Bence Bilderberg de bu tip bir örgütler sınıfına girmektedir. Belirttiğim gibi önemli olan stratejinin, alınan kararların ve amacın gizliliğidir. Bu açıdan bakıldığında Bilderberg de gizli bir örgüttür.



F KORU:
Bilderberg’in çelik çekirdeğinde yer alan biri, hep birlikte Kanada’ya doğru yol alırken, “Yemekler de önemlidir burada” diye merakımı uyandırmıştı. Yine onun tembihini zihnimin bir yerine yazıp uyguladım. Yemeklerde hep aynı kişilerin bir arada oturması istenmiyor; hatta görevlilerin yanınıza yaklaşıp sizi bir öncekinden farklı bir masaya oturttuğu da oluyor. Böylece farklı yüzlerin değişik görüşlerini yemek masasında da öğrenme fırsatı oluyor.



Cüneyt ÜLSEVER
Benim katıldığım toplantıda, benim en çok keyif aldığım dönem akşamlar oldu. Gündüz ne olursa olsun, 200 kişinin bir araya geldiği formal toplantılar oluyor. Bildiğimiz seminerler şeklinde, zaten 200 kişiden 25i diyelim söz almaya kalksa herkese iki cümle düşüyor. Ama akşamları yemekten önce veya yemekten sonra, barın etrafında, otelin lobilerinde kahve içen, içkisini içen insanlar, küçük kümecikler oluşturuyordu. Ve ben kaldığım günlerde o gecelerden çok keyif aldım çünkü insanlar çok daha rahatlıyorlar. Zaten o kümecikler birbirine güvenen, ısınan insanlardan oluşuyor. Ve işte orada ne bileyim ben dünyayı yönettiği söylenen, dünyada iddia sahibi insanların şahsi görüşlerini almak, şahsi yaptığı esprileri duymak durumunda kalıyorsunuz, veya ne bileyim iki önemli insanın birbiriyle olan laf atışmasına şahit oluyorsunuz. Ben ondan çok keyif almıştım. Gündüzleri biraz daha derse giren öğrenci gibi hissediyordum kendimi. Ama akşamları çok keyifli oluyordu.


SES:
(M Thatcher, Kissinger görüntüleri…)

İngiltere’nin eski başbakanlarından Margaret Thatcher bir yakınına katıldığı ilk Bilderberg toplantısında yaşadığı bir olayı aktarmıştı. O sırada Muhafazakar Parti’nin fazla bilinmeyen bir milletvekili olan Thatcher, Bilderberg’in ilk gününde yapılan konuşmaları sessizce dinlemekle yetinmiş, herhangi bir soru sormamış, görüş açıklamamış… İkinci günün ilk yarısında da suskunluğunu koruyunca, kendisini Kissinger’in yanına oturtmuşlar. O sıralar bugünkünden daha ünlü olan Kissinger, “Bak kızım” demiş İngiliz politikacıya, “Konuşulan konularla ilgili senin görüşlerini öğrenmek için can atan bunca insan var, neden konuşmuyorsun?” Öğleden sonraki oturumda söz alan birine dönüşmüş Thatcher… İyi de yapmış; katıldığı Bilderberg toplantısından sonra Muhafazakar Parti’ye lider ve ilk seçimde de başbakan oldu…

Önemli bir not da şu: Bir iddiaya göre iktidara giden yolu Bilderberg tarafından açılan Margaret Thatcher’ın sonunu da yine Bilderberg getirdi. İngiltere’de kraliyet yönetimini lağvetme baskılarına direndiği için Bilderbergçi arkadaşlarının hışmına uğramış Thatcher. Bilderberg gözlemcilerinin en ünlüsü Jim Tucker, bir toplantıda karşılaştığı eski İngiliz başbakanına “Doğru mu?” diye bu iddiayı sormuş. Aldığı cevap ilginç: “Bilderberg’in hışmına uğramak onurdur…”


Atilla AKAR
(Thatcher, Clinton, Jinny Carter, George W. Bush, John Major görüntüleri…)

Bilderberg hakkındaki yanlış kanaatlerden birisi de şudur; Bilderberg e katılan herkesin yükseldiği ya da yükseleceği söylenir. Bunun örnekleri de vardır geçmişte hakikaten, örneğin İngiltere başbakanı, eski başbakanı Margaret Thatcher Bilderberg e katıldıktan sonra İngiltere ye başbakan olmuştur, birilerinin gözüne girmiştir. Bill Clinton Bilderberg e katıldıktan sonra ABD başkanı olmuştur, bir anlamda sınavı orada geçmiştir. Bu gibi örnekler olmakla birlikte aslında Bilderberg e katılmak, yükselmenin garantisi ve şartı değildir.

Yoksa Bilderberge katılmış bir sürü isim vardır.bugün adları bile, gerek yabancı Bilderbergciler gerek Türk Bilderbergciler anlamında söylüyorum, adları bile okunmamaktadır. Kısaca bir baltaya sap olamamış bir sürü de Bilderbergci vardır. Bilderberg e katılmak yükselmekle eş anlamlı değildir.



F KORU
(Yabancı Bilderbegçiler, ayrıca Hillary Clinton, Tony Blair, Carl Bildt…)

Şans, talih, kader, kısmet… Artık ne derseniz deyiniz, Bilderberg’in katılımcılar için mavi boncuk yerine geçtiği pek çok örnek var. Jimmy Carter, Bill Clinton, George W. Bush, bunların her biri, Amerika’da umut veren politikacı diye bilinirlerken Bilderberg toplantısına davet edildiler; ardından başkan seçilip Beyaz Saray’a taşındılar.
Bu sebeple gözlerim Ottawa’da Hilary Clinton’u aradı doğrusu; katılması beklenenler arasında adı bulunduğu halde gelmedi.
Yalnız Amerika’da değil ki… Tony Blair sözgelimi; İşçi partisi’nin başına gelmeden ve başbakan olmadan hemen önce Bilderberg toplantısına katılmıştı.
Geçen yılın Bilderberg’inde en çok söz alanlardan biri İsveçli bir eski başbakandı; şimdilerde ülkesinin dışişleri bakanlığı koltuğunda oturuyor Carl Bildt.
Bizden katılımcıların, 1975 Bilderberg’i hariç, yabancılar kadar talihleri yaver gitmedi. 1975’te İzmir/Altın Yunus toplantısına katılanlar arasından başbakanlar, bakanlar çıktı; çoğunun politikada ve bürokraside önleri açıldı. Ancak son 10-15 yıldır Bilderberg’e Türkiye’den katılanların çoğu sille yedi. Konumunu kaybeden, hapse ve yüce divana düşen, unutulan çok Bilderberg katılımcısı var...
Politikayla daha fazla ilgilendiğim için şirketler dünyasında neler olup bitiyor bilemiyorum: Bilderberg’e katılan ve orada tanışan insanlar bu ilişkilerini profesyonel alana da taşıyorlar mı? Başka bir ülkeyle ilgilenen Bilderberg çekirdek kadrosundan bir şirket yöneticisi, o yıl davet edilen ilgilendiği ülkenin başbakanıyla yemek masasında başlattığı dostluğu herhalde sonra da devam ettiriyordur.

SES:

Aksi halde bu kadar gizlilik niye? Bilderberg’in bütün davetlilere açık olan oturumlarında konuşulanlar herhangi bir düşünce üreten kuruluşun çatısı altında konuşulanlardan fazla farklı değil. O kadar önemli insan, milyarlarca dolara hükmeden işadamı, banker, medya baronu, bir krizden diğerine sürüklenen dünyayı rayına oturtması gereken politikacı, uluslararası bürokrat, yani Bilderberg’in çekirdek kadrosu, televizyonlardaki tartışma programlarında da işitebileceği tebliğleri dinlemek için her yıl bir haftasını neden ayırsın?
Her Bilderberg toplantısında ele alınan ana başlıkların sonraki yılın en önemli konusu haline gelmesine ne diyeceğiz? Geçen yıl Ottowa’da en uzun tartışılan ülke İtalya’ydı; ne oldu arada İtalya’da? Devrilmez gözüken Berlusconi hükümeti gitti, yeni bir koalisyon hükümeti işbaşına geldi… Bu yıl İstanbul’da konuşulacak konuların da önümüzdeki dönemin sıcak noktaları veya ekonomik konuları üzerine olacağına sizler de iddiaya girebilirsiniz. Geçen yılki toplantıda ‘enerji ve petrol fiyatları’ üzerinde az lâf üretilmedi; benzini pahalı almaya devam edeceksiniz…



F KORU:
(Lord Browne, Conrad Black, Paul Wolfowitz…)

Ottawa’daki toplantının göz kamaştırıcı yıldızlarından biri çelik çekirdeğin kendisinden ‘John’ diye söz ettiği Lord Browne’dı. Hemen her oturumda söz alıyor, görüşlerini büyük bir ustalıkla aktarıyordu. Her konuda söyleyeceği bir-iki cümle vardı British Petroleum şirketinin en üst düzey yetkilisinin… Kendisini hayran hayran dinleyen Bilderberçiler, bu yıl, Lord Browne’un emeklilik sonrası düşüşünü izlediler. Tarihin en yüksek emeklilik ikramiyesini alarak BP’den emekli olan Browne birdenbire gazetelerin manşetlerinde buluverdi kendini. Eşcinseldi Lord Browne, ama daha önemlisi adı birkaç skandala birden karışıverdi. 2005 yılı mart ayında Teksas’ta patlayan iki rafineriyle o ilintilendirildi; hakkındaki haberlerin yayınına engel olmak için uyguladığı baskılar deşifre edildi; BP’nin kasasını kendi kesesi gibi kullandığı ortaya çıktı.
Hemen her Bilderberg toplantısında beraber oldukları yakın dostları yanından çekiliverdiler Lord Browne’un; yönetimdeki diğer dostları ile her yıl Bilderberg’te buluştuğu çeşitli dev şirketlerin sahipleri, onu, danışma ve yönetim kurullarından ihraç ettiler…



SES:
2007 yılı Bilderberg’in çelik çekirdeği için fazla iyi bir yıl olmadı. Bazılarının önü açılsa bile, bir çoğunun başı derde girdi. Bilderberg Grubu, John Browne’un hazin düşüşünü hep birlikte izlerken, eskisi kadar dokunulmaz olmadıklarını daha iyi fark edecekleri darbeleri birbiri ardına yemeye başladılar.
Kanada, İngiltere ve Amerika’da sayısız gazete, dergi, televizyon ve radyo istasyonuna sahip dünyanın en büyük medya patronlarından Conrad Black, bütün hayatını demir parmaklıklar arkasında geçirme cezasıyla sonuçlanabilecek ciddi bir davada yargılanıyor. İngiliz Telegraph gazetesi onundu, artık değil; Jerusalem Post gazetesi de artık onun adıyla çıkmıyor. Meğer o da halka açık şirketlerin parasını kendi parası gibi har vurup savurmamış mı?
En iyi bilinen öykü ise Bilderberg’in en müdavim katılımcılarından Paul Wolfowitz’in başına gelen… Bush’u Irak’ı işgale zorlayanlardandı Wolfowitz; 1 Mart tezkeresi sonrası Türkiye’nin ayaklara kapanarak özür dilemesi gerektiğini söylemişti. Savaşta işler iyi gitmeyince kendisini Dünya Bankası’na başkan olarak atanmayı başardı. Şimdi ise, Dünya Bankası kaynaklarını sevgilisine kullandırdığı için koltuğundan oldu Wolfowitz.
George Bush onun yerine kimi atamayı düşünüyor dersiniz? Ottowa’daki son Bilderberg toplantısının yıldızlarından Amerikalı diplomat Robert B. Zoellick…


F. KORU
Dünyanın gözü bu toplantıda... Her yıl nerede yapılırsa yapılsın orada hazır bulunmayı ve elde ettiği her bilgiyi başkalarıyla paylaşmayı görev bilen uluslararası gazeteciler de var… Onlara da vereceğim bir haber var:
Katılımcıların ve çelik çekirdek içinde yer alanların adlarına ve unvanlarına bakarak sıkıcı insanlar sanmayınız Bilderberg grubunu… Tam tersine, kendileriyle de dalga geçebilecek kadar mizahsever insanlar… En fazla takıldıkları konu da Bilderberg adının dünya çapında meydana getirdiği büyük dalgalanma… ‘Dünya hükümeti’ olarak tanımlanmaları… Bir yerlerde olup biten aykırı her gelişmenin kendilerinden bilinmesi… Geçen yıl Ottowa’da hükümetini yeni kurmuş Kanada’nın muhafazakar başbakanı Stephen Harper Bilderberg toplantısı katılımcıları onuruna bir yemek verdi. Kendisini takdim eden çekirdek kadrodan biri, “Sayın Harper geçen yılki toplantımıza katılmıştı; şimdi birileri kendisine koltuğu bizim takdim ettiğimizi bile söyleyebilir…” dedi.
‘Gizli dünya devleti’ diye tanıtılmaya itiraz ediyor Bilderbergçiler, ancak kendilerine güç atfedilmesinden de müthiş keyif aldıklarını saklamıyorlar.
Ezici çoğunluğu erkek ve beyaz, Bilderberg’e katılanların; geçen yılın toplantısında yalnızca bir tek siyah katılımcı vardı, birkaç da kadın… Hepsi o kadar.



Atilla AKAR
Ama biz Bilderberg toplantılarında neler konuşulduğunu öğrenemeyiz. Hatta kimi iddialara göre, kimi araştırmacıların kimi iddialarına göre katılanlar baştan beri bir dizi telkin ve yasakla karşılaşırlar. Bir rivayete göre yemin ettirilmektedir. Başka bir rivayete göre de bir kağıt imzalatılmaktadır. (07.13) yani bu toplantıya katıldığım için, bu toplantının bilgilerini dışarıya sızdırmayacağım, kimseyle paylaşmayacağım diye bir kağıt imzalatılmaktadır. Fakat son dönemlerde, özellikle 2000li yıllardan bu yana Bilderberg üzerindeki spekülasyonlar ve tartışmalar sadece Türkiye de değil dünyada da çok arttığı için bu konuda nispi bazı yumuşamalara gitmişlerdir, yani Bilderbergciler. Stratejilerinde küçük oynamalar yapmış gibi görünüyorlar, eskiden örneğin Türkiye Bilderbergcilerini söz konusu edersek , eskiden hiçbir şekilde çıkıp konuşmazlarken, Türk basınında hiçbir şekilde Bilderberg e dair tek kelime dahi yazılmazken köşe yazarları bu konudan söz etmezlerken, sadece tırnak içinde söylüyorum onlara göre marjinal bir takım komplo teorisyenleri bu konuya dikkat çekerlerken şimdi birden bire Bilderbergciler de konuşur söyler ve yazar olmuşlardır. Dolayısıyla bu Bilderbergin, şahsi fikrim kamuoyundan gelen baskılar karşısında, kamuoyundan gelen merak karşısında bir PR hamlesi olarak görüyorum. Yani bir piyasa hamlesi olarak görüyorum.

Bilderberg üzerine yazanlar konuşanlar tarihte baskı görmüşlerdir. Yani bir çok araştırmacı yazar bu konuda baskı görmüşlerdir. Yani şunu söyleyebiliriz, Bilderberg üzerine konuşmaya kalktığınızda, batının bütün özgürlükler söylemi bir anda rafa kaldırılmaktadır. (15.19) burası enteresandır, örneğin geçmişte, 1970lerde Financial times ın yazarı Gordon tetter işinden olmuştur. Yani Bilderberg üzerine yazmıştır, işinden olmuştur. “Trajedi ve Umut” kitabının yazarı doktor Kogley in kitabı ise hiçbir dağıtıcı tarafından dağıtılmamıştır. Aynı şekilde İspanyol istihbarat servisinin elemanlarından olan Luis Gonzales Mata “dünyanın gerçek efendileri” isimli bir kitap yazmıştır, Bilderberg i anlatmıştır. Kitap piyasadan toptan satın alınmak suretiyle yine kaldırılmıştır, okura ulaşması engellenmiştir. Dolayısıyla bir vakitler Bilderberg üzerinde hepten karanlık bir perde mevcuttu.



F KORU

Kendi nâmı hesabıma ben yaklaşık en az 20 yıllık Bilderbeg gözlemcisi olmamın mükafatını aldığımı sanıyorum. İngiltere’de BBC televizyonunda bir kez, Guardian gazetesinde de sadece bir-iki kez Bilderberg adı geçmişken, son beş yıldır Bilderberg hakkında en fazla yazı ve haber çıkan ülke Türkiye; bunda benim ısrarlı takiplerimin de payı var.
Devlet Bakanı Ali Babacan ile şimdilerde DP’den politikaya atılan Mehmet Ali Bayar 2003 yılında katılmışlardı Bilderberg’e, zorlamalarım yüzünden orada nelerle karşılaştıklarını televizyona çıkıp anlattılar. Bir meslektaş da, ilk kez, katıldığı Bilderberg toplantısında dinlediklerini sütununa taşıdı. Geçen yıl toplantılarına beni de çağırmaları, bana, Bilderbergçilerin fikri takibimi mükâfatlandırdıkları hissini veriyorsa bundan…
Davet edildiğim duyulduğunda, gazete ve televizyonlar, günler boyu “Gitmem demişti gitti” diyen yayınlar yaptılar. İşte arşiv orada duruyor; Hürriyet’in 17 Mayıs 2003 tarihinde verdiği haberde, lafımı hiç sakınmadan, “Davet ederlerse ben de katılırım tabii ki…” demiştim. Gittiğimde yaşadıklarımı yazacağımı da yine orada duyurmuştum.
Davet ettiler, gittim, gördüklerim ve işittiklerimi döner dönmez yazdım da… Gizlilik yemini etmedim, benden susacağıma dair bir kağıt da almadılar. Üstelik dünyada bir ilk teşkil edecek bu programı da yapıyorum. Bilderberg’e katılmış birinin yaptığı Bilderberg hakkında ilk televizyon programı bu…



SES:

Bir örgüt düşünün: Dünyanın yüz milyarlarca dolara hükmeden bütün büyük şirketlerinin karar alma noktasında bulunan yöneticileri orada temsil edilsin… Coca Cola’dan Laferge’a, BP ve Shell’den Thyssen-Krupp’a, Rothschild’tan AXA’ya kadar… Birleşmiş Milletler’den Avrupa Birliği’ne, NATO’dan Dünya Bankası’na hemen her uluslararası kurumun yöneticileri de onlara katılsın… Global gelişmeleri izlediğinizde her gün adlarını duyduğunuz televizyon ve gazetelerin yayıncıları, yönetmenleri, yıldız yazarları… Herkes herkes orada…
Ne beklersiniz? En fazla kâr etme hırsıyla hareket eden şirket patronları ile, global kavga ortamına adaletli bir sistem getirmeyi, insanların güvenlik ihtiyacını karşılamayı, fakirlerin karnını doyurmayı, cehalete son vermeyi görev olarak üstlenmiş uluslararası kurum yöneticilerinin boğaz boğaza gelip kavga etmelerini değil mi? Orada bulunan gazetecilerin de bu durumu yayın organlarına iletmelerini, değerlendirmelerini de beklersiniz herhalde…
Bunların hiçbiri olmuyor. Görevleri birbiriyle çelişik de olsa, toplantıya katılanlar, çekirdek kadro, Bilderberg’te geçirdikleri üç gün boyunca hiç kavga etmiyorlar. Bir defalığına davet edilenler de seslerini fazla yükseltmiyorlar; onların derdi de, bir dahaki toplantıya da çağrılıp dünya seçkinleriyle iki akşam şömine başı sohbeti yapmak… Gazeteciler de, konulmuş kuralları çok daha sert yorumlayarak, toplantılardaki konuşmaları okurlarıyla paylaşmıyorlar.
Bu, bilebildiğimiz bütün siyasi davranış biçimlerine aykırı bir durum.



Cüneyt ÜLSEVER
Benim katıldığım toplantıda iki tane kraliçe vardı, birkaç tane başbakan vardı, aynı ülkenin muhalif liderleri vardı, yani bundan bir siyasi ortak platform yaratmak zaten mümkün değil.
Buradan çıkan sonuçları herkes kullanabilir çünkü bu yayınlanıyor diyorum. Ama yani dünyanın en büyük cio larının şirket başkanlarını, bakanların başbakanların, sadece bir örgütün ağzına baktığını söylemek, yani şimdi Alman şansölyesi de orda, kendi gizli örgütü dururken niye CİA in şeyiyle çalışsın. Dediğim gibi bütün bunlar o gizem kavramı ve belki kaplı dönemde yani 50li dönemlerin, komünizm anti-komünizm savaşı içinde yaratılmış bir takım mitler, ama o mitler bugüne kadar yaşıyordu.



GİRİŞ GÖRÜNTÜLERİ TEKRAR
Dünyanın dört bir tarafından otel kapıları görüntüleri; uzaktan çekimler tercih edilmeli…
En sonunda Silivri’deki Klassis Otelin uzaktan görüntüleri…
Dünyaca ünlü bazı simalar:
Henry Kissinger, Hollanda Kraliçesi, Paul Wolfowitz, Richard Perle, David Rockefeller, George W. Bush, Bill Clinton, Margaret Thatcher, Tony Blair, Jimmy Carter…

Türkiye’den bazı simalar:
Selahattin Bayazıt, Suna Kıraç, Mustafa Koç…
Ali Babacan, Gazi Erçel, M. Ali Bayar…

Dünyada altüst oluş görüntüleri: Darbeler, savaşlar, petrol, kıtlık, kuraklık…


F KORU:
Bilderberg böyle bir şey işte. Hazır bir araya gelmişken, sadece bir defalığına davet edilenlerin gözlerinden uzak buluşmalar düzenlemiyorlarsa, Bilderberg toplantılarının öyle fazlaca bir gizemi yok. Zaten örgüte gizem kazandıran da çekirdek kadro dışındakilerin de çağrıldıkları toplantılarda konuşulanlar değil, toplantılara katılanların kimliği… Kral, kraliçe, cumhurbaşkanı, başbakan, bakan düzeyinde dünyanın dört bir köşesinden politikacılar, yüz milyarlara hükmeden işadamları, sanayiciler, bankerler, sigorta şirketi yöneticileri, medya baronları, uluslararası kurumların tepe noktasındakiler, diplomatlar, gazeteciler… Her biri bir gücü temsil ediyor bu insanların ve çekirdek kadroyu oluşturan 50’si her yıl bir araya geliyor… Bu bile korkutucu… Her yıl bir yerlerde meydana gelen sıra dışı gelişmelerin Bilderberg toplantısına bağlanmasına hiç şaşırmamalı.
Bilmiyorum bir ayrıntı sizin de dikkatinizi çekti mi: Geçen yıl Bilderberg’e ben katılıyorum diye tonlarca mürekkep tüketildi gazetelerde; bu yıl Bilderberg toplantısı ülkemizde yapılıyor, gazetelerde fazla gürültü yok.
Neden acaba?

24 Mayıs 2007 Perşembe

ACABA5 : Medya ve Darbeler

ACABA5
Medya ve darbeler

Cumhuriyet mitinglerinden görüntüler… Özellikle halkın medya karşıtı sloganlar attığı, “Satılık medya” diye bağırdığı bölümler…
Geçen hafta yapılan IPI toplantısından yabancı gazeteci görüntüleri… Başbakan RT Erdoğan’ın katıldığı IPI panelinden görüntüler…)
Tv’lerin dev binaları…
Türkiye’de çıkan gazetelerden görüntüler…
Ünlü gazeteciler –portreler- birbiri ardına akan fotolar…


Programa katılanların söylediklerinden potböri:

Mustafa SÖNMEZ: “Şimdi bugünkü fotoğrafa baktığımızda, sektörün yaklaşık yarısına Doğan Grubu hükmediyor, doğan grubu dışarıdan gelen bir sermayedar, yani medya dışından gelen bir sermayedar, otomotiv sektöründen, ama hem medya içerisinde büyüdü, hem de medyanın olanakları sayesinde diğer sektörlere el attı. Baktığınızda medyanın yanı sıra enerji sektörü, gayri menkul sektörü işte yakın zamanlarda finans sektörü bu grubun çatısı altındaydı. Keza diğer büyük bir grup olarak sabah grubu vardı onlar medyanın içinden gelmişlerdi ama medya içinde kalamadılar, biraz rekabet gücü edinebilmek için finansa heves ettiler ama bildiğiniz gibi Etibank ı satın alıp sonra içini boşaltarak devletle mahkemelik oldular ve bu şu anda TMSF nin kontrolünde. Çukurova grubu yine dışarıdan giren bir grup olarak (18.24)işte akşam, show tv, digiturk ve benzeri kanallarla sektörün önemli bir ayağı. Böyle üç tane önemli ayak var. Bir tarafta da daha ideolojik ya da politik niyetlerle medyada yer alış var. Bu bi ayağı İslami medya diye nitelendirebiliriz, bir ayağı da işte cumhuriyet gazetesinin dahil olduğu kanalTürk ün vb, daha çok fikir gazetelerinin bulunduğu bir ayak.

Andrew FINKEL: “Mesela basın tirajı o kadar yüksek değil Türkiyenin nüfusu artıyor ama gazetelerin tirajı artmıyor. Hem daha okur yazar kimseler giriyor piyasaya ama buna rağmen daha , Türk medyası hep reform reform reform tavsiye ediyor ama dinlemiyor kendi sesini. Ona reform biraz geç kalıyor diye düşünüyorum.”

Yavuz BAYDAR: “Türkiye de basın, gazeteler, görsel medya, bağımsız mı? Tırnak içinde bağımsız mı?. Bence değil. Bence hala ciddi sorunlarla boğuşan bir sektörüz biz. İstikrarı sağlayamamış bir sektörüz.”

Hayati TEK: “Fakat şunu da unutmamak gerekir darbe dönemleri sadece askerler, sadece siyasiler için değil, basın için de bir sınav dönemidir. Ve bu sınavı vermek her babayiğidin harcı değildir. Yani bu iş gerçekten yürek ister, efendim cezaevini göze almak ister, işkenceleri göze almayı gerektirir. Bir sürü şeyi gerektirir.

Basının hayat damarı özgürlüktür, darbenin de en birincil vasfı özgürlükleri kısıtlamaktır. Bu çerçevede basınla darbeyi yan yana koymak, gazeteciyle darbeciyi yan yana koymak mümkün değildir.

Kürşat BUMİN: “Gazeteler zaten bitecek bence. Ben de eskiden pek inanmazdım ama inanıyorum. Çünkü şöyle bir şey var gazeteler eski, dünden bahsediyor. Baktığınız zaman dün gece zaten her birinin birer televizyon kanalı var aşağı yukarı, kanallarda gördüğünüz haberler ertesi gün gazetelerde. Çok hantal bir yapı. Eğer yorumcular okuyacaksanız, onlar da genelde zaten günlük yorumlar olmuyor. Dolayısıyla bu eskimiş bir yapı.”

Tamer KORKMAZ: “Dolayısıyla artık medya etiği açısından basının çok felaket bir dönem yaşadığını söylemeye gerek bile yok. O yüzden artık bizim algıladığımız manada bir medyanın hayatta olmadığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz.”



SES:
(Görüntüler: Cumhuriyet mitingi… Slogan atılıyor…)

Türkiye’de medya konusu her zaman tartışma gündeminin ön sıralarında yer almıştır da, içinden geçtiğimiz süreçte medyaya yöneltilen eleştiriler iyice ayyuka çıktı. Siyasetçiler ülkede meydana gelen her olumsuz gelişmenin ardında medyayı görüyorlar. Siyasetçilerin sağcı veya solcu olması fark etmiyor, sağcı-solcu, hepsi medyadan şikayetçi.
Halk da medyadan bîzar durumda. Kamuoyu yoklamalarında güven ölçüldüğünde, itibarı yerlerde sürünen mesleklerin ön sıralarında geliyor medya.
Birkaç ilde peşpeşe yapılan Cumhuriyet mitinglerine en büyük destek medyadan geldi; mitingler zaten görkemliydi, medya da çok iyi yansıttı, olduğu gibi gösterdi mitingleri… Gösterdi de ne oldu? Mitinglere katılanların hep bir ağızdan tekrarladığı pek az ortak slogandan biri, medyayı, özellikle de gazete ve televizyonların büyük bir bölümüne sahip bir medya grubunu kınayan slogandı.


F KORU
(Görüntü: Gazete basım tesisleri, tv yayın odaları, gazete binaları…)

Kim ne derse desin, medya, günlük hayatımızın çok önemli bir unsuru. Gazeteleri başka ülkelerdekiler kadar çok okumuyor olabiliriz; kişi başına düşen gazete sayısı Avrupa ortalamasının bayağı altında çünkü… Ancak, gazete satın almayanlarımız bile, kahvehanelerde, kafelerde, toplu bulunan mekânlarda gazetelere göz atmadan edemiyor. Okuyan kişi sayısı açısından bakıldığında bayağı yüksek bir tirajı var bizim gazetelerin.
Gazete okumayanlarımız bile saatlerini televizyon ekranı başında geçiriyor. En uzun süreyle televizyon izlenen ülkeler sıralamasında en önlerde yer alıyoruz. Her gün gazeteler ve ekranlardan evlerimize haberler yağıyor; yorumlar okuyor, yorumlar dinliyoruz.
Medya günlük hayatımızın önemli bir parçası, ama ne hikmetse, genel olarak medyayı ve medya mensuplarını fazla sevmiyoruz.
Neden acaba?
Acaba 150 yıldan uzun bir süredir seçim yapılan, halkı demokrasiyle barışık bir ülkede darbelere çanak tutması yüzünden mi? ‘Apoletli medya’ gibi yakıştırmalar boşuna yapılmıyor…
Kimilerinin tekelleşme, bazılarının da yoğunlaşma dediği tablo mu rahatsız ediyor insanlarımızı? Gazeteler, televizyon kanalları, dergiler, dağıtım şirketlerinin aslında hepi topu bir-iki elde toplanmış olması mı rahatsızlık konusu?
İlkesizlik, kişilik haklarına saygısızlık, iktidara ortak olma hevesi, kendini herkesten, her kurumdan daha üstün görme bencilliği mi?
Nedir medyayı ve gazeteciyi halkın gözünde itibarsız kılan?



Kürşat BUMİN
(Tv tartışma programlarından kesit görüntüler… IPI toplantısı görüntüleri…)

Tabi bu ilkesizlik bir, bir de medya kendi işini, yani kendisine biçilmiş, teorik olarak yeterli görmüyor, daha büyük hevesleri var. Dolayısıyla nedir medyanın yolu, yani ayna tutmak işte klasik şeyiyle hakları ve aynı zamanda tabi ki işte iktidarlar karşısında diğer kuvvetler karşısında korumak, böyle bir işlevi var. Bu yönde bir habercilik yapmak yorumculuk yapmak. Ama bu bizim medyaya az gelen bir rol ve işlev. O daha büyük bir rol oynamak istiyor. Hatta bir espri olarak söylendiği gibi hükümetler kurmak istiyor, hükümetler dağıtmak istiyor veyahut işte hükümetler geri çekilip devletin diğer organları öne çıkınca onlara akıl hocalığı yapmak istiyor. Kendisinin olması gereken işlevi ve rolü ona az geliyor. Oysa bu çok büyük bir iş bu kadarıyla. Ama ona yetmiyor. Daha büyük olmak istiyor, daha güçlü olmak istiyor, hatta güçlüler arasında yer almak istiyor. Oysa medyanın böyle bir isteği arzusu olmaması lazım.


Yavuz BAYDAR
Türkiye de basın gazeteler görsel medya, bağımsız mı? Tırnak içinde bağımsız mı?. Bence değil. Bence hala ciddi sorunlarla boğuşan bir sektörüz biz. İstikrarı sağlayamamış bir sektörüz. Teknik açıdan bakıldığı vakit de birçok sektörde, işte bankacılı, sigorta turizm, hangi sektöre bakarsak bakalım orda bir normalizasyon bir kurallaşma, kurala göre işleyiş oluştu iyi kötü. Onlar kendi kurallarını oluşturuyorlar. Kurumsallaşma belli bir noktaya geliyor yavaş yavaş ama hala çok ciddi sarsıntılar var. Pek çok kişi benim konuştuğum genel uzmanlar Türkiye deki en sorunlu sektörün basın sektörü olduğunu düşünüyorlar. Haklılar.

(..)
Türkiye de maalesef patronaj baskısının gazeteciliği ben her gün, gün gün, yani istisnalar belki var ama etkilediğini düşünüyorum ve görüyorum. Halk da bunu görüyor. Okurlardan da sürekli olarak böyle bir şey geliyor. Okurdan gelmesinin sebebi okurların gördükleri haberlerde veya görmedikleri haberlerde hep başka bir neden arıyor olması önemlidir. Bu bir işarettir. Bu bizim için bir alarm işaretidir ama maalesef Türkiye de hala yerleşik zihniyet pek çok hayat alanını etkisi altında tutan zihniyet gazetecilerin mesleki faaliyetlerinin doğru dürüst yapılmasını da engelleyen bir zihniyet. Bir örnek vereyim, bir headhunter dediğimiz, işi gücü uzman bulmak olan çok tanınmış bir kişi, bana bir gün dedi ki sizin sektör o kadar sorunlu ki mesela şöyle bir örnek vereyim dedi bankacılık sektöründe bir banka patronu, bankaya sermaye vermiş olan bir kişi işi teknik insanlara bırakır, bankacılık uzmanı olmuş işte iktisatçı insanlar her gün çalışırlar, işi kurallarına göre yaparlar, ayda bir toplantı yapar işin gidişatına bakar ufak tefek talimatlar verir ki daha iyi olsun durum diye. Fakat sizde herkes, gazeteci olmayan ama yönetici konumunda bulunan kişilerde gazetecilik bildiklerini zannediyorlar. Ve işte televizyonlarda gazetelerde sürekli olarak işin içine karışıyorlar. Tabi güçlü konumda oldukları için de kendilerine bir şey söylenemiyor. Kendilerine bir şey izah edilemiyor. Bizim mesleğimiz bizler tarafından yürütülmesi gereken bir meslek.


Mustafa SÖNMEZ
(Görüntüler: TV ve gazete binaları, gazeteler gecidi)

Şimdi bütün bu aslında nicelik olarak baktığınızda hem gazete sayısı, hem televizyon kanalları, radyo kanalları, Türkiye de çok talebin üstünde bir medya niceliği var. Ve bu nasıl dönüyor. İşte topu topu 2 milyar dolarlık da bir reklam pastası var. Yani 2 milyarlık bir reklam pastasıyla bu sektör dönüyor. Çünkü gazete satışları bu toplam gelirlerin içerisinde %20 ye yakın. Yani sektör %80 oranında reklam geliriyle dönüyor. %20 ancak satışlardan alıyor. 2 milyar dolar da bu kadarlık bir niceliği kaldırmıyor. Onun için ekonomik olarak baktığınızda aslında bu sektöre kar saikiyle girmiş olanların buradan elde edebilecekleri bir şey yok. O zaman niye giriyorlar yani kar saiki söz konusu değilse, işte orada hemen medyanın bir başka özelliğini hatırlamamız gerekiyor. Bir başka dışsal fayda yani medya gücü sayesinde başka bir politik güç edinme, rakibe karşı bir güç edinme, siyasi iktidara karşı bir güç edinme gibi dışsal faydalar ağırlık basıyor. Dolayısıyla bugün medya da bulunmanın gerekçelerinden ya da açıklamalarından ağırlıklı olanı zararına faaliyet göstermesine rağmen onu telafi edecek çeşitli avantalarının olması diye açıklayabiliriz. Ya da belli kesim için orada para harcamanın gerekçesi bir politik güç edinebilme, medyayı bir politik ayağın destekçisi olarak kullanma. Şimdi buradan nereye gidiyor. Buradan iki tür hastalık çıkıyor aslında medya gücünü artık bir silah gibi kullananlar, buradan istedikleri gibi manipüle ettikleri için hem okura ihtiyacını duyduğu objektif haberciliği , çok görüşlülüğü yorum farklılığını yani bütün bunları sunmamış oluyorlar. Çünkü buradan başka bir yere, manşetler başka türlü oluşturuluyor, duruşlar başka türlü seçiliyor. Politik iktidarla ilişkilere bağlı oluyor yani o grup bir özelleştirme ihalesinin peşindeyse politik iktidarla başka bir duruş içerisinde oluyor ve manşetlerini haberlerini yayın çizgisini ona göre seçiyor. Ve uzun zamandır Türkiye de medya artık böyle bir şeyler içerisinde, etkilenmeler içerisinde. Ondan dolayı da okurun hem haber alma hakkı, hem farklı yorumları okuma dinleme hakkı çarpılmış oluyor. Yani bu anlamda medya bugün çarpık bir zeminde. Ve okur da bundan mağdur bunu böyle görmek gerekiyor.


Andrew FINKEL
Aslında durum şöyle: Türkiye de iyi gazeteciler var, çok iyi fotoğrafçılar var, iyi kameraman var iyi röportör var. Onu açık açık diyebiliriz yani, dünya standardı var. Ve Türk halkı bilgi alıyor bu iyi gazetecilerden, köşe yazarlarından, saygıyla okuyorlar. Ama iyi gazeteciler olmasına rağmen, iyi gazete pek bulunmuyor yani olup olmadığına yüzdeyüz emin değilim. Hep şöyle düşünüyorum, Türk gazeteleri hep yüksek puntolu konuşuyor, hep yani 100 metre ilerden manşetin ne olduğunu görebilirsiniz. Ama keşke okuyanlara saygısı da olsa. Yani gazete okuyanlar okumak istiyor. Herkes değil ama bazıları okumak istiyor ve okuyacak gazeteleri de bulmak zor. İmkansız demiyorum.

Mesela bir gün, yani kaç sene önce yeni bir olay değil de, Londra ya gidiyordum, ve ben uçaktaydım, arka koltukta oturuyordum, ön koltukta biri gazete okuyordu. Tabi arkadan okuyabiliyordum. Ve manşet margarin sağlığa zararlı diyor. Aklıma ilk gelen şey de yani bu manşet nereden geldi, margarin şirketi ilan vermedi mi, bu haber nerden çıktı diye aklıma geldi. İndim uçaktan, gittim İngiliz gazete bayiine o zaman da times gazetesinde muhabirdim, aldım kendi gazetemi, times gazetesini. Orada manşet var. Margarin sağlınıza zararlıdır. Yani aynı haber ama bu habere inandım ve öbüründe şüpheliydim. Demek ki güven meselesi vardı belki.


Ragıp DURAN
Türk medyası aslında Türkiye toplumuna, Türkiye vatandaşlarına, Türkiye okurlarına vermesi gereken gerekli farklı bilgileri farklı görüşleri vermiyor. Böyle biraz gazeteler , radyolar, televizyonlar, stadyumlardaki amigolar gibi, çok fazla tek yanlı bakılıyor. Türkiye nin gidişatından haberdar olmak için bir tek gazete okumak maalesef yetersiz. Oysa demokrasi gelişmiş, medya okur yazarlığı gelişmiş ülkelerde bir tek gazete, -bu sağcı veya solcu olabilir,liberal olabilir, muhafazakar olabilir- bir tek gazeteyi aldığınız zaman bir gün önce o ülkede ve dünyada ne olup bittiğini haberolarak öğrenebilirsiniz. Görüşlerine katılamayabilirsiniz ama bizde en azından iki üç televizyon haber bülteni, en azından iki üç farklı grubun gazetesini okuduktan sonra hiç olmazsa biraz bir takım şeyler öğrenebiliyoruz. O bakımdan Türk egemen medyası kendi görevini de yerine getirmiyor.


Mustafa SÖNMEZ

Maalesef gazetelerin genel yayın yönetmenleri, önemli köşe yazarları, sayfa editörleri, patronajla o kadar iç içe girmişler ki gazeteyi ya da tv yayını yapan şirketin yönetim kurullarında yer alıyorlar. Şimdi şirketin yönetim kurulunda yer alacak kadar patronajla iç içe olduğunuz takdirde hiçbir özerklik alanınız kalmaz. Dolayısıyla problem buradan başlıyor. Yani b urda bu düzeydeki insanların hem aşağıdan bir basınçla, hem kamuoyundan bir basınçla, şirket yönetim kurullarında iki şapkalı durumda oturmamaları gerekir. Gazetecilerse gazeteci gibi çalışmalılar, ve son tahlilde bir ücretli olduklarını bulundukları yerin gereklerini yapmalılar. Ama tersi olduğu takdirde zaten baştan itibaren bir sürü çarpıklıklar başlıyor. Yani o zaman durumdan vazife çıkartıyorlar, patrondan daha çok patron, kraldan daha çok kral oluyorlar. Derece derece.
….

Medyayı bir silah olarak kullanma saiki ve ondan bir takım ekonomik getiriler umma eğilimi bu kez politik iktidarı da medya karşısında bir anlamda güçlü kılmaya başlıyor. Çünkü eğer bugün medyada yatırımı bulunan patronları medyanın dışında bir takım ekonomik girişimler beklentiler hükümetin karar vereceği ihaleler özelleştirme projelerinin peşindelerse, bunu gören siyasi iktidarlar da bu hedef peşindeki medyayı çok kolay manipüle edebiliyor. Onları yönlendirebiliyor. Çünkü burada bir açık karın var yumuşak karın var. Medya böyle beklentiler içerisinde olduğunu ortaya koyduğu anda ya da medya endüstrisinde yatırımı olan gruplar holdingler, hükümetler de bu açığı bu beklentiyi tespit ederek onları istediği gibi yönlendirebiliyorlar.



F KORU
(Görüntüler: Geçmişe ait gazete görüntüleri, Şinasi, Agah Efendi portreleri…)

Türkiye’de medyaya dönük ters bakış, henüz ‘medya’ adı ortada görünmezken, hatta Türkiye’nin ‘Osmanlı Devleti’ diye anıldığı yıllarda oluşmuştur. Türk basınının öncüleri olan Agah Efendiler ve Şinasi’lerin birbirlerini itiş kakışlarıyla başlayan, Cumhuriyet döneminin başlarında Ankara ve İstanbul basını arasındaki çekişmelerle devam eden süreç halkın gazetelere ve gazetecilere bakışını da belirlemiştir.
İlk gazetelerden Tasvir-i Efkâr’da, Şinasi, yayın ilkesini, “Havadis vermek, halka kendi menfaatlerini imal-i fikretmeyi ve kendi meseleleri üzerinde durmayı öğretmektir” diye ilan etmesine rağmen, o dönemin gazetelerinin çoğu halkı önemsemez yayınlar yapabilmişlerdir.
Osmanlı basınının en önemli sorunu satışla ayakta duramayan gazetelerin kaynak sorunuydu. O dönemin gazete patronları sorunu ya Saray’dan ya da ecnebi ülkelerde beslenerek çözmüşlerdir.
Uzun bir listesi var, bu sebeple tek tek okumaya gerek yok: Cumhuriyet kurulana kadar pek çok gazetenin tek bir gelir kaynağı vardı: Zat-ı Şahane; yani Saray…
Önemli gazetecilerden Ahmet Emin Yalman anılarında, “Bütün gazeteler ecnebi parası alır mıydı?” diye sorduktan sonra, “Bu elbette iddia edilemez” diyor… Diyor demesine, ama hemen ardından da kendisinin iyi bildiği, yabancı ülkelerden paraca ve fikirce beslenme olaylarını birbiri ardına sıralıyor…
Bir gazeteci Basiretçi Ali örneği var ki, kaleme aldığı anılarında yabancı büyükelçiliklerden gördüğü ‘yardımı’ kendisi itiraf ediyor, hem de hayatıyla ilgili biyografilerde açıkça “Berlin’den matbaa makineları ve parayla döndü” kaydına rastlanıyor…


SES
(Görüntüler: pentagon… Amerikalı askerler Irak’ta… 1 Mart tezkeresi görüşülürken Meclis… Ameirkan askerleri…)

Benzer iddialar Amerika Irak’a savaşa hazırlanırken Pentagon içerisinde oluşturulan bir özel büronun yandaş medya oluşturmak için etrafa para saçtığı haberleri duyulduğunda da tekrarlanmıştı. 200 milyon dolar kadar bir miktarın bizim medyaya ayrıldığını ileri sürenler de çıkmıştı.
Bu iddialar, haberler doğru mudur, yalan mıdır, elbette kesin olarak kimse bir şey söyleyemez. Ancak, ister para desteği olsun ister olmasın, gazetelerin kritik dönemlerde yaptıkları yayınların kendi halkımızın çıkarlarıyla yüzde 100 uyuşmadığını 1 Mart krizi sırasında yaşamadık mı? Bazı televizyon kanallarının, gazetelerin o dönemde yaptıkları savaşçı yayınlara kansaydı Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, bugün Irak’taki bataklık içerisinde ülkemiz de yer alacaktı. Bu arada, Irak’taki savaş süregittiği için 60 bin Amerikan askeri de topraklarımızda cirit atacaktı…


(Görüntüler: 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül…)

Esas sorun ise medyanın demokrasi konusundaki kötü karnesidir. Ülkemizde bugüne kadar yaşanan pek çok altüst oluşta en büyük pay medyanındır.
Darbeler öncesinde tahrik görevini üstleniyor medya. Darbe gerçekleşince bu defa darbecileri kendi kafasındaki programı yerine getirmeye teşvik ediyor. Bir süre sonra da tenkit dönemi başlıyor; medya kendisinin hayat damarının demokratik haklar ve özgürlükler olduğu hatırlayıp başlıyor darbecileri eleştirmeye…



Hayati TEK

Darbe kabul edilemez. Hiçbir hal ve şartta darbe kabul edilemez. Yani şimdi bir sıkıntı var diyelim demokratik sistem içinde çözülemiyor. Öyle bi durum var. E şimdi bir sıkıntı başka bir sıkıntıyla, daha büyük bir sıkıntıyla temizlenir mi? Mümkün değil. Dolayısıyla bir olumsuzluğu başka bir olumsuzlukla temizleyemeyeceğimize göre buradaki demokrasinin kendi gerçekleri içerisinde konunun çözülmesi gerekiyor. Şimdi basın otomatik olarak kamu görevi yapar. Kamu görevi yapan yayın kuruluşlarının önce kamunun yanında yani milletin yanında olması gerekir. Demokrasinin yanında olması gerekir. Çünkü basının ve daha pek çok şeyin ayakta kalabilmesi hayatını devam ettirebilmesinin yolu demokrasiden geçmektedir, özgürlükten geçmektedir.

….


(Görüntü: 27 Mayıs)
Tabi şimdi 27 mayıs bir ilk darbe, bu anlamda cumhuriyet tarihi açısından baktığımızda. İkincisi, muhtıra gibi hafif bir olay da değil, direk ihtilal mantığı içerisinde ele aldığımız, kimileri devrim olarak da nitelendirse bir darbe. Ve gerçekten sert bir darbe.

….

Tabi doğal olarak demokrat partinin karşıtı olan basın organları vardı. Ki onların çoğu cezaevindeydi demokrat parti döneminde. Ama bunun yanında demokrat partiyi destekleyen de çok sayıda gazete vardı ve gazeteci vardı. Enteresan olan o işte. 27 mayıstan sonra, 28 mayıs sabahından itibaren onlar da demokrat parti karşıtı oldular. ////// demokrat partiyi destekleyen mücadele isimli bir gazete vardı. Bu gazetenin logosunun altında günlük siyasi demokrat gazete yazıyordu. 27 mayısa kasar böyleydi. Sonra 28 mayıs günü o demokrat ifadesi buharlaştı. Yerine günlük siyasi gazete kaldı. Bu da bir tavır. Nihayetinde. Ve şunu çok rahat söyleyebiliyoruz; 27 mayıs darbesi karşısında Türkiye deki bütün gazeteler ve gazeteciler askere selam durmuşlardır.



Kürşat BUMİN

Dolayısıyla ismini hak eden bir basın ismini hak ediyorsa özgürlüklere çok titiz olması lazım o konularda çok ilkeli davranması lazım. Türkiye de asıl görülmeyen husus o. Özgürlükleri hiçbir zaman olması gerektiği gibi , büyük bölümüyle konuşuyoruz, hem de epeyce büyük bir bölümüyle, bunlar basın için sonuna kadar savunulması gereken ilkeler değil, değerler değil. Tamamen hangi iktidarın sesi çok çıkıyorsa, iktidar derken sadece siyasi iktidarı da kastetmiyorum. Duruma göre kendisini hemen yeni duruma adapte eden, duruma göre söylemi olan bir durumda. Bunun en iyi örneği tabi askeri müdahalelerde almış olduğu tavır. Yani 1960 27 mayısı gazetelerini açacak olursanız önünüze bugün gerçekten çok vahim bir manzara, utanç verici bir manzara. O zaman görüyoruz ki basın aslında hiçbir özgürlük ilkesini savunmamış aksine yeni gelen iktidarın ajanı olarak çalışmış. Yine diğer müdahaleleri düşünün veya en büyük örneğiyle 12 eylül ü düşünün, 12 eylülün gazeteleri, bunlar Türkiye de üzerinde konuşulmuş ama yeterince incelenmemiş konular, bugün bile pek çok kendisini liberal olarak özgürlükçü olarak sunan kalemlerin gazetelerin nasıl yeni yerleşen askeri yönetimin bir ajanı olarak çalıştığı, gerçekten burada da yine utanılacak sayfalar var. Daha yakınlara gelirsek 28 şubat, 28 şubatta oynamış olduğu rol, artık sadece mevcut iktidarın şeyini aklından geçeni, niyetini yansıtmak veya ona uygun yayın değil bizzat işin içinde olarak ona malzeme sağlamak yarar sağlamak şeklinde. Bakın yakın dönemde yine bir muhtıra oldu 29 haziran, tabi çok olaylar gelişmediği için mesela o tavrına da bakacak olursak 29 nisandan bugüne süratle köşelerin haberlerin sayfaların hemen bu yeni muhtırayı da anlayan, onun mesajını alan bir şekilde karşımıza çıktığını görüyoruz.



SES:
(Darbe dönemleri… 12 Eylül… Kenan Evren…)

Nedense halkımızın zihninde darbeler ile basın arasında birebir ilişki kurulmuştur bir kere. Darbeciler bile, bir süre sonra, kendi yaşadıklarından duydukları hayreti gizleyememişlerdir.
27 Mayıs darbecilerinden birinin, “Biz ihtilal yapmaya gazeteleri okuyarak karar verdik” dediği biliniyor. Biri sucuklu yumurta yaparken, içlerinden biri gazete de okur, sonra “Nasıl darbe yaparız?” diye münakaşa ederlermiş…
12 Eylülün lideri Kenan Evren, darbeden önce yazıları ve sözlü ifadeleriyle kendilerini sürekli tahrik eden gazetecilerin, darbeden sonra değişen tavırlarından duyduğu hayreti kendisine saklamamış, yazdığı kocaman bir kitapta sergilemiştir de. Evren’in kitabı Türk basınının darbeler ve demokrasi konusunda bir utanç galerisidir. Araştırmacı Hayati Tek de, ‘Darbeler ve Türk Basını’ adlı dev hacimli kitabında, bazıları bugün de gazetelerde köşe başlarını tutmuş yazarların kışkırtıcı yazılarını birbiri ardına sıralar.


Hayati TEK:

Bazı köşe yazarları belli bir süre sonra kendileriyle artık helalleşmek diyorum ben ona ya da kendi iç değerlendirmeleri sırasında işte anılarını yazdılar, işte şurda iyi yapmadık burada iyi yapmadık gibi itiraflarda bulundular. Fakat onlar bile 1992den pek bahsetmediler.oysa 1992 çok ibretlik bir dönemdir. 1992de öylesine bölücü terör güçlenmiş durumda ki, Şırnak a 1000 kişilik güçle roketatarlı saldırı yapabilecek kadar güçlü bir durumda. Böylesine bir durumda insanlar darbeden söz edebilirler. Peki sıkı yönetim var darbeyi kim kime yapacak? Yani asker, darbeyi asker yapar. E zaten sıkı yönetim var, yetki askerde e darbeyi kim kime yapsın. Böylesine garabetler de yaşadık biz. Ve işin enteresanı bir sürü köşe yazarı bunu yazabildi. Yani darbe olsa iyi olur biz bu işi önleyemeyeceğiz demokrasi bunun çözümü değil diyebildi. Yani bunları benim anlamam mümkün değil. fakat 92 de böyle bir garabet vardır.pek çok anlı şanlı yazarımız darbe çığırtkanlığı yapabilmiştir maalesef.

….

Hani o Bedrettin Demirel in, orgeneral , meşhur sözü vardır. Şartların olgunlaşması için bir yıl bekledik der. 79 da darbe yapacaktık ama şartlar uygun değildi. O sürede binlerce insan öldü memlekette. Ve işin enteresanı insanlar (08.25) sportoto kolonu gibi, şu gün on kişi öldü, bugün beş kişi öldü, sağdan şu kadar. O manşetlerin asıldığı günlerde herkesin vebali vardır diye düşünüyorum ben. Yani o kadar masum değil.



Ragıp DURAN

Türk egemen medyasının yani yaygın medyanın temel özelliği benim 1996 yılında yayınlanan kitabımda belirtildiği üzere apoletlidir. Apoletliden kastım şu yani Türk egemen medyası en büyük siyasi, ayrıca da ekonomik ve ideolojik güç olan TSK ni desteklemesi değil sadece yayınlarında. Trük medyasını yapısı da apoletlidir. Yani bizim gazetelerimiz televizyonlarımız , radyolarımız birer kışlaya benzer. Muhabirle editör arasında veyahut haber müdürüyle genel yayın yönetmeni arasındaki ilişki demokratik değildir. Ast üst ilişkisi vardır. Hatta büyük gazetelerimizin 20. sayfaya tek sütun 10 santim girecek haber bile bir numara genel yayın yönetmeninin iki dudağının arasındadır. Bunları bizzat kendileri itiraf ediyor. Ünlü bir gazetecimiz kendi gazetesini amiral gemisi diye niteliyor. Türk medyasında terminoloji olarak da çok fazla askeri terimler kullanılıyor. Bomba gibi haber. Bomba kötü bir şeydir insan öldürür. İyi habere dört dörtlük haber denir. Tabii biraz süreç açısından baktığımızda 1980 büyük bir ihtimalle, darbeden sonra 80 darbesi Türkiye toplumunun bütün kurumlarını alt üst ettiği, gericileştirdiği için kaçınılmaz olarak medyayı da etkiledi.



Kürşat BUMİN
(Görüntüler: Medyadan dev binalar, tv stüdyoları, siyasiler…)

Bir de medya kendi işini, yani kendisine biçilmiş, teorik olarak yeterli görmüyor, daha büyük hevesleri var. Dolayısıyla nedir medyanın yolu, yani ayna tutmak işte klasik şeyiyle hakları ve aynı zamanda tabi ki işte iktidarlar karşısında diğer kuvvetler karşısında korumak, böyle bir işlevi var. Bu yönde bir habercilik yapmak yorumculuk yapmak. Ama bu bizim medyaya az gelen bir rol ve işlev. O daha büyük bir rol oynamak istiyor. Hatta bir espri olarak söylendiği gibi hükümetler kurmak istiyor, hükümetler dağıtmak istiyor veyahut işte hükümetler geri çekilip devletin diğer organları öne çıkınca onlara akıl hocalığı yapmak istiyor. Kendisinin olması gereken işlevi ve rolü ona az geliyor. Oysa bu çok büyük bir iş bu kadarıyla. Ama ona yetmiyor. Daha büyük olmak istiyor, daha güçlü olmak istiyor, hatta güçlüler arasında yer almak istiyor. Oysa medyanın böyle bir isteği arzusu olmaması lazım.



F KORU
(Görüntüler: Anonim, belirsiz tv programları görüntüleri… Yerli-yabancı gazeteler…)

Türk medyasının skorlar tablosu hiç açıcı değil. Kişi haklarını kolayca ayaklar altına alabilen bir medyamız var. Benim şahsen hiç unutmadığım olaylardan biri, bir televizyon yayınında, gizli kamerayla yapılan bir çekimde, kendinden yaşça çok küçük bir kadına ilgi duyduğu gösterilen yaşlı bir dinadamıydı. Adamı ağa düşürebilmek için aşırı bir çaba gösterildiği belli oluyordu. Bütün hayatı boyunca etrafından hep saygı görmüş, yüzlerce hafız yetiştirmiş dinadamı, düşürüldüğü durumun utancına katlanamadı, intihar etti. Eli kanlı bir medya bizimki.
Hep belli bir kesimi hedef aldığım sanılmasın diye ekleyeyim: Verdikleri yüz milyonlarca dolarlık reklamlarla medyayı destekleyen büyük işadamları bile, bir gün kendilerini veya canlarından aziz bildikleri yakınlarını, asılsız veya düpedüz yalan haberlere konu olarak manşetlerde görebiliyorlar bizim ülkemizde.



Andrew FINKEL

Tabii bize aynı şey oldu ben , yani bi olay değildi, 1998-99 senesinde ben cnn haber veriyordum, bu haberi bazı kiş beğenmedi, yani meşhur (..) yani, beni vatan haini olarak açıkladı, yani her fırsatta Türkiye nin sırtına hançer atan.. yani tamam olsun. Ama ondan sonra eşimi kötülemeye başladı. Eşim çok çalışkan, çok dürüst, çok değerli bir tarihçi ve onlar, açık açık yalan söylemeye başladı. “O belgeler çaldı kütüphanelerden”… bir ….den bahsetti. Yani, çirkin bir olaydı çok. Eşimin moralini çok bozdu. Çok kötü etkisi vardı. Tabi biz dava açmış. Tazminat davası. Yani kazandı. 2000 dolar kazandı o da bizim mahallenin sağlık ocağına bağış ettik. Bir jeneratör olsun bir deprem gelirse.

….

Yani tabi. Bize gelen şey, biz kendi kendimizi savunabilirdik. Biz mahkemeyi açtık ben bu haberi Washington Post ta yazdım. Yani biz kendimizi savunabiliriz ama bazı kişiler tabi savunamıyorlar. Ama Türk okuyucular, onlar da kendini savunmak biliyorlar. Gazeteyi okuyunca yani biraz akıllı bir şekilde okuyorlar. Bu doğru mu bu yanlış olabilir. Yani bu belki bilinçaltı bir şekilde bir Türk gazete nasıl okumak, alışmışlar herhalde. Ama şaşırıyorum bazen, mesela yani %100 asparagas haber çıkıyor ve önemli konularda yani, mesela kuzey ırak konusunda, yani hatırlıyorum, milliyet te bir haber çıktı; Washington da kocaman bir, dışişlerinde bir toplantı vardı, çok gizli bir toplantı vardı, bu toplantı kim katıldığını bir liste vardı. Çok önemli kişiler vardı. Amerikanın kuzey ırakta gizli bir gündemi vardı gibi ispat eden bir, tam ispat etmeden ispat etmiş gibi bir haberdi. O zaman Türk kamunun çok etkileyebilir bir haber, yani önemli bir haberdi. Ama bu haber yani tamamen yanlıştı. Yani bu toplantıya katılanlar, bir tanesi Japonya daydı, bir tanesi Türkiye deydi, yani bu toplantı olduğu mümkün değildi. Ama üç gün verdi bu haber.sürekli. tabi sadece haber yanlış değildi. Fotoğraf vermişler, bu bu kişiler. Fotoğraf da yanlıştı. … Baki (isim anlaşılmıyor) vardı, bu Baki’nin fotoğrafı değildi bile. O kadar asparagas, o kadar uydurulmuş bir haberdi. Ve tabi o gazete ombudsman vardı. Okuyucular temsilcisi vardı. Tabi şikayet etmişler, okur temsilcisi haber yanlış diye, özür dilerim haber yanlış, ne diyebilirim. Ama o zamandan sonra işten atıldı bu, okur temsilcisi işten atıldı. Demek ki bu ilkeler biraz şey gibi. Şaka demiyorum ama.



Yavuz BAYDAR

Yani bu buradaki temel mesele eksik yazılmış bir haberin, büyük olasılıkla manipülasyon amaçlı yazılmış bir haberin kendisine yönelik eleştirilerin gazete tarafından ısrarla görmezden gelinmesi söz konusuydu. Haberin içinde adı geçen kişilerin görüşlerine başvurulmamıştı ve o kişiler , sadece görüşlerine başvurulmamakla kalınmıyor, bir suçlamayla adeta karşı karşıya bırakılıyor. Adeta töhmet altında bırakılıyordu. Böyle durumlarda genellikle bu kişilerin görüşlerinin alınması gerekir. Çünkü töhmet altında bırakmak kötü bir şeydir. Haksızlıktır. Ben buna müdahale ettiğim için, düzeltilmesi gerektiğini söylediğim için işimi bırakmak zorunda kaldım. Zorunda bırakıldım. Maalesef ombudsmanın bağımsızlığa gölge düşürüldü.



F KORU
(Görüntüler: Menderes, İsmet İnönü, 12 Eylül, 28 Şubat tv tartışmaları, Sisi…)

Esas etkisini ise siyasi hayat üzerinde kullanıyor bizim medya. Bu da yeni bir uygulama değil, eski bir alışkanlık. Demokrat Parti dönemini gazeteci olarak yaşamış bir meslek büyüğü şu yakınlarda çıkardığı anılarında, siyasi tarihimize Uşak Olayı olarak geçmiş İsmet Paşa’ya taş atma olayına açıklık getirdi. Anlattığına göre olayda büyütülecek bir yön yoktu. Kenti terk etmek üzere olan trenin penceresinden kolunu uzatan bir gazeteci, dikkatinizi çekerim bir gazeteci, peronda sessizce bekleşen Demokrat Partili bir kitleye doğru terbiyesiz bir hareket yapıyor; taşlar yağmaya bundan sonra başlıyor.
Hep CHP’ye yakın gazetelerde çalışmış aynı gazeteci, Güngör Yerdeş, 1960 öncesinin darbeye gerekçe hazırlamış pek çok olayının basının uydurması olduğunu da şimdilerde yazdığı hatıralarında tatlı tatlı anlatıyor…
28 Şubat’ın görsel malzemelerini hatırlayalım: Bir tekkede garip hareketler bir sürü adam, çorabı koklanan sahte şeyh, şeyhlerin ağına düşen genç ve güzel başörtülü kızlar… Yıllar sonra, Sisi adıyla ünlü Seyhan Soylu, ortaya çıkıp, “Onların hepsi mizansendi” diyecekti; “Hepsini ben ayarladım…”


Tamer KORKMAZ
(Görüntüler: 28 Şubat, Kur’an kurslarında çocuklar…) Güven Erkaya… MGK…)

Evet Türkiye’de egemen medya tarihsel olarak devletin ana akımı tarafından statiko tarafından kullanılagelmiştir. Ve özellikle psikolojik harekat dönemlerinde çok belirgin bir şekilde kullanılmıştır. Bunun belki de en fazla zirveye çıktığı dönem olarak 28 şubat sürecini zikredebiliriz. O dönemde mekanizma şöyle işliyordu. Burada bir takım dönemin siyasal gidişatına uygun olarak psikolojik harekat çerçevesinde bir takım haberler hazırlanıyordu. Bu haberler nerede hazırlanıyordu. Bu haberler özellikle askeri cenahta hazırlanıyordu.ve medyaya servis yapılıyordu. Daha sonradan medyada yayınlandıktan sonra o haberler alınıp Milli Güvenlik Kurulu nun dosyasına geliyordu ve dönemin hükümetinin önüne konuluyordu. Böyle bir ikili bir yapı vardı. Bunun birinci ayağına baktığımız zaman, daha sonra bunun belgesi şu şekilde ortaya çıktı. Onbaşı, deniz onbaşı Kadir Sarmusak ın mahkemede yaptığı itiraflar sonucunda ortaya çıktı. Burada bir takım haberleri yaptıklarını Kadir Sarmusak itiraf etti. Dönemin bazı manşetlerinden örnekler verdi.bu itirafı da genel yapı içerisinde çok önemli bir yere koyuyorum. Zaten dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya nın bu 28 şubat sürecinde Çevik Bir ile bağlantılı olarak başat bir rolü vardı. Onu da hatırlatmak gerekir. Bu pişirilen, daha doğrusu askeri cenahta pişirilen haberlere belki de en çarpıcı örnek “ürperten irtica” manşetiyle “ürperten irtica yemini” manşetlerinin bir hafta süreyle ülkeyi salladığı dönemi hatırlayacak olursak bu sözü edilen yemin gerçek anlamda bir yemin değildi. 1966 yılında dönemin akşam gazetesi yazarı, İlhami Soysal ın kaleme aldığı, Suriye deki bir takım metinlerden yola çıkılarak, tamamen uydurulmuş, o dönem irtica kampanyasından kullanılmış, verim alınmış bir örnekti. 1966 yılında yapılmıştı. Yani gerçekte Türkiye de böyle bir yemin edecek bir grup ya da bir olay yoktu, bir yemin de yoktu. Yani Türkiye topraklarında böyle bir hadise kesinlikle yoktu. Şimdi bunu, 66 daki olayı aldılar. 1997 yılında tekrar yeni versiyonunu, bir film gibi düşünün, ünlü bir filmin tekrar günümüzde çekilen yeni bir versiyonu gibi düşünün, 97 yılında bu manşeti bu şekilde kullandılar. Ve benzeri bir çok örneklerini sayabiliriz. Bunlar, ne yapıldı, basında yayınladı, Türkiye’de o dönem iktidarının yıpratılması için kullanıldı. İrtica geliyor kampanyası çerçevesinde kullanıldı, daha sonra da Milli Güvenlik Kurulunda bu dosyalar, bu haberlerin yer aldı dosyalar, o zamanki hükümete posta konulması ve hükümetin korkutulması, hükümetin istifa sürecine yöneltilmesi bağlamında kullanıldı. O zaman egemen medya, bir anlamda apoletli medya olarak görev yaptı.


SES:
(Mayo reklamı tartışmalarını hatırlatacak görüntüler…)

Ne güzel bir tezgah değil mi?
Benzer olaylar bugünlerde de yaşanıyor. Genelkurmay’ın bir gece yarısı internet sitesine koyduğu uyarı dolu açıklamada yer alan gerekçeler kısa süre önce gazetelerde çıkan bazı haberlerdi. Bazısının doğruluğu kuşkulu, bazısı aslı astarı olmayan haberler.
Şu günlerde bir de mayo reklamı tartışması yapılıyor. Aslında bu her yıl bu zamanlarda tekrarlanan bir senaryo. Bir mayo firması dünyanın parasını ödese yaptıramayacağı reklâmı, medyanın gönüllü aracılığıyla gerçekleştiriyor. Bir billboard kiralıyor firma ve en kışkırtıcı fotoğrafını orada kullanıyor. Etraftan “Ne oluyoruz?” sesleri yükselince, yerel yönetim, rahatsızlığını firmaya iletiyor, firma da medyaya… İki hafta boyu mayo reklâmını konuşuyor bütün Türkiye… Firma bedava mayo reklâmı yapıyor, medya da bu yolla ‘tahrik’ görevini yerine getiriyor.
Geçen gün bir gazete, büyük bir memnuniyetle, mayo tartışmasının Yargıtay tarafından Ak Parti aleyhinde kanıt olarak kullanılacağını yazıyordu.


Andrew FINKEL
(Görüntüler: Hürriyet’in Boğaziçi Üniversitesinde poşulu, türbanlı gösteri haberi… Varsa o gösteri görüntüleri… Orhan Pamuk…)

Orhan Pamuk bir fahri doktor aldı Boğaziçi, bir gazete bu fahri doktorluğu haber vermedi, Boğaziçi üniversitesi folklorik kulübünde kürt şarkılar söylüyor… bu haberi neden verdi, çünkü beş sene altı seneden beri bunu yapıyorlardı, neden ertesi gün bu haberi vermişler. Yani biraz o şüphe oradan geliyor. Güvensizlikler ordan geliyor.



Tamer KORKMAZ

Bir İngiliz tabloid basının çürütücü bir ilkesi vardır, gerçeğin iyi bir öyküyü bozmasına izin verme. Yani burada ne olursa olsun iyi bir kurgu vardı, tırnak içerisinde iyi bir kurgu yani çürütücü bir kurgu aslında, ve dolayısıyla ortada ne olursa olsun gerçekdışı bir yanılsama bir kurgu meydana getirilerek, burada bir siyasal operasyon yapılıyordu, ve bu operasyon başarıya ulaştı. 28 şubat Milli Güvenlik Kurulundan, 18 haziran 1997 tarihine kadar çekecek olursak, hükümet istifa ettirildi. Ve burada bir takım amaçlar elde edildi. Burada medya, buradaki büyük siyasal operasyona karşı durmak şöyle dursun, tam tersine bu büyük psikolojik harekatın içerisinde çok önemli bir rol alarak yer aldı. Bu demokrasiye verdiği zarar açısından da basının gerçeğe ulaşma ve gerçeği yansıtma işlevine ters davranışı noktasında son derece büyük çürütücü bir dönem anlamına geliyordu ve burada aynı zamanda sadece irtica ile ilgili konularda değil, çok daha temel olan Susurluk konusunda da medya burada, o 28 şubat döneminin çizgisine uygun bir şekilde konunun örtbas edilmesinde çok büyük bir rol aldı.



Hayati TEK

Bugün bile, en son yaşadığımız biliyorsunuz, muhtıra mıydı neydi, tartışmaların olduğu bu son genelkurmay bildirisinde bile ortaya çıkan bir gerçek var o da şu ; Türkiye de bazı kalemler ve bazı basın yayın organları darbe olana kadar şöyle ya da böyle, direkt ya da endirekt o şartların oluşması için manşet atıyorlar, köşe yazısı yazıyorlar, röportaj veriyorlar, fotoğraf yayınlıyorlar, darbe olduğu günden itibaren de en demokrat adam onlar oluyorlar. Türkiye de böyle bir sıkıntı var maalesef. Çifte standart ve bunu sadece 12 martta değil 12 eylülde de görebilirsiniz. Daha sonra 28 şubat sürecinde bunu çok raht görebilirsiniz. Darbe olana kadar çaktırmadan darbeci, darbe olduğu gün en büyük demokrat onlar. Maalesef, o gün Ulus tu , sonraki dönemde pek çok pek çok yayın organında bunu görüyoruz. Burada tek tek yayın organlarının isimlerini zikretmek istemiyorum kitapta zaten dip notlarda detaylı bir şekilde bunlar anlatılıyor. Ama bu bence çok değişik bir hastalıktır. Yani bir taraftan sureti haktan görünmek, bir taraftan da aba altından sopa göstermek , yani hoş bir tavır değil bence. Bir basın, özgürlük tarafında yer alması gereken bir basın mensubuna yakışmayacak bir hareket bence.



En baştaki görüntüler
Cumhuriyet mitinglerinden görüntüler… Özellikle hHalkın medya karşıtı sloganlar attığı, “Doğan Medyası dışarı” diye bağırdığı bölümler…
Flash-TV’de önceki akşam programa telefonla katılan Aydın Doğan’ın kızgın sesi…
Hürriyet, Milliyet, CNN-Türk dev binaları…
Türkiye’de çıkan gazetelerden görüntüler…
Ünlü gazeteciler –portreler- birbiri ardına akan fotolar…



F KORU
“Ne zaman öyle değildi” diyeceksiniz, ama yine de emin olmanızı istediğim cümlemi söyleyeyim: Türkiye çok kritik bir dönemden geçiyor. Ülkemizi hedef alan planların başarıya ulaşması ancak bizim gafletimizle mümkün olabilir. Uyanık olacağız, doğru tercihlerde bulunacağız. Peki de, tercihimizi yaparken, kararımızı verirken hangi bilgilere dayanacağız?
Her kafadan bir ses çıkıyor, ağzı olan konuşuyor, ama çoğunun dayandığı, nereden geldiği belli olmayan uydurma haberler. Bizim medyanın yalan haber konusundaki sabıka dosyası hayli kabarıktır; asılsız haberlerle ülkeyi getirdikleri yer de işte burası.
Ben size çarenin tek bir sözcükte yattığını söyleyip duruyorum: Her okuduğunuza, izlediğinize, işittiğinize o sözcükle yaklaşın: “Acaba?”
Acaba doğru mu? Acaba yine yalan haberlerle ortalığı mı bulandırıyorlar? Acaba gerçeği nereden, kimden öğrenebilirim?
Tek çare “Acaba?” diye sormak, bunu unutmayın yeter…

13 Mayıs 2007 Pazar

ACABA 1: Cumhurbaşkanı Nasıl Seçilemez? 41907

ACABA 1

YAYIN TARİHİ: 19 NİSAN 2007

KONU: TÜRKİYE’DE CUMHURBAŞKANI NASIL SEÇİLEMEZ?



GİRİŞ
Cumhuriyet mitinginden görüntüler…

Aynı mitingden görüntülü konuşmacı profilleri: Tuncay Özkan, Nur Serter, Alparslan Işıklı (temsili birer cümle kısalığında), sahneye çıkmayan Şener Eruygur’un görüntüsü…

Cumhurbaşkanı Sezer Harp Akademileri’nde konuşuyor (Görüntülü): “Başbakan, yürütme görevinde, ancak ilişkin bulunduğu siyasal görüşü temsil edebilir. Oysa, Cumhurbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk Ulusu'nun temsilcisidir.”

Org. Büyükanıt’ın basın toplantısı… Görüntüde, Emin Çölaşan, Org. Büyükanıt’a “Size Hocam dedi mi?” sorusunu yöneltiyor…

Rektörler Komitesi toplantısından sonra Teziç konuşuyor (Görüntülü): “Bu doğrultuda, adayların, özgeçmişinin yanı sıra, başta laiklik ilkesi olmak üzere, Cumhuriyetin değiştirilemeyecek niteliklerini ve bunun ayrılmaz parçası ve temeli olan çağdaş bilimi benimsemiş ve sindirmiş olmaları da Anayasal bir zorunluluktur.”


SES:

Türkiye Büyük Millet Meclisi 11. cumhurbaşkanını seçmeye hazırlanıyor. Çankaya Köşkü’nün bundan sonraki sakininin kimliği henüz belli olmadığı halde her kafadan farklı bir ses çıkıyor. Politik arena hareketli, politika heveslileri hareketli, hocalar hareketli, gazeteciler hareketli…
Kimi, konuya, korkular ve tehditler açısından yaklaşıp “Tehlikenin farkında mısınız?” uyarısı eşliğinde “Hiçbir cumhurbaşkanı seçimi şimdiki kadar tartışmalı olmamıştı” diyor, kimi ise Meclis’teki iktidar partisi çoğunluğuna bakıp seçimin çok kolay geçeceğini söylüyor.
Henüz aday veya adaylar ortada yok, ama spekülasyonun bini bir para…


F KORU

Ortalıkta dolaşan söylentilerin ne kadarı doğru acaba?
Türkiye zor bir ülke. Başka ülkelerde kendi doğallığı içerisinde hallolan pek çok sorun bizde illâ kriz haline getiriliyor. Bize özgü bu gerçeğin son örneğini cumhurbaşkanı seçiminde yaşıyoruz. Şu andaki cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi mayıs ayı içerisinde bitiyor; yeni cumhurbaşkanı için seçim süreci de başladı. Cumhurbaşkanının kimler tarafından, nasıl seçileceği, kimlerin aday olabileceği anayasada yazılı; Turgut Özal’dan bu yana bütün cumhurbaşkanları aynı yöntemle seçildi: Cumhurbaşkanı Meclis tarafından seçiliyor; 40 yaşını doldurmuş, yüksek eğitimli her milletvekili aday olabiliyor. Milletvekillerinin beşte biri uygun görürse Meclis dışından biri de aday gösterilebiliyor.


SES

Son zamanlarda giderek sesini yükselten itirazlar da Ak Parti’nin Meclis’te cumhurbaşkanını üçüncü turda tek başına seçebilecek çoğunluğa sahip olması yüzünden. 2002 yılında yapılan seçimde sandıktan Ak Parti’nin başarıyla çıkmasını içlerine sindiremeyenler, beş yıllığına seçilen milletvekillerinin zamanı gelip cumhurbaşkanı seçmesini bir sürpriz gibi sunma eğilimindeler. Oysa, cumhurbaşkanının süresinin 2007 yılının mayıs ayında sona ereceğini 3 kasım 2002 tarihinde sandık başına giden seçmen biliyordu. Biliyordu ve oyunu o bilgiyle kullandı.
Ak Parti’nin oylarının halkın büyük çoğunluğunu temsil etmediği görüşü de safsata. Demokrasi bir kurallar rejimidir. Amerika’da halkın ancak yarısı katılıyor seçimlere ve seçmenin yüzde 50’den fazla oyunu almayı başaran başkan seçiliyor. Bu oranlara takılıp “Başkan aslında halkın yüzde 25’inden daha azı tarafından destekleniyor” diyen tek Amerikalı çıktığını duydunuz mu?
O halde bizde neye itiraz ediliyor?


F KORU

İtirazlar, cumhurbaşkanlığına Başbakan Tayyip Erdoğan’ın aday olacağı varsayımından kaynaklanıyor. Kimi İmam Hatip mezunu olmasını, kimi eşinin başının örtüsünü, kimi siyasette zaman zaman tercih ettiği sert dili bahane ederek, kimi de daha genel ifadelerle “Cumhuriyet rejimine karşı olduğu” iddiasıyla karşı çıkıyorlar Tayyip Erdoğan’ın adaylığına… Son beş yıl içerisinde iktidarda bulunan Ak Parti Cumhuriyet idealiyle ters düşen bir icraat yapmadığı, Tayyip Erdoğan’ın kendisi de bir ‘Cumhuriyet çocuğu’ olduğu halde… Acaba gerçek sebep ne olabilir?


SES

Tartışmanın ideolojik bir zeminde cereyan etmesi bize özgü bir garabet. Başkası için uygulanmasını istediği ölçü kendisine de uygulandığında sorun yaşayacak kişiler de itirazcılar arasında yer alıyor. Sözgelimi YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç.


E. TEZİÇ Rektörler Komitesi bildirgesini okuyor (Görüntülü):

“Bu doğrultuda, adayların, özgeçmişinin yanı sıra, başta laiklik ilkesi olmak üzere, Cumhuriyetin değiştirilemeyecek niteliklerini ve bunun ayrılmaz parçası ve temeli olan çağdaş bilimi benimsemiş ve sindirmiş olmaları da Anayasal bir zorunluluktur.”


SES:
Aynı Teziç YÖK’ün başına geldiğinde bir meslektaşına “Ben YÖK’ü yok etmeye geldim” demişti.


Prof. Tahir HATİBOĞLU

“Erdoğan Teziç bütün akademik ünvanlarının büyük bir bölümünü YÖK yasasından önceki dönemde almıştır. Üniversiteleri tam özgür ve özerk kılan yasalar döneminde yetişmiş bir insandır. Dolayısı ile özgür ve özerk üniversitenin ne demek olduğunu bilir. Bildiği için de YÖK yasasına aslında hep muhalif olmuş bir insan geçmişte de bunu gördük bize YÖK başkanı olunca hedefinin YÖK Ü değiştirmek olduğunu YÖK’Ü YOK ETMEK OLDUĞUNU şahsen bana o kitabım nedeni ile söyledi.”


SES

YÖK Başkanı Erdoğan Teziç okuduğu bildirgede adayların özgeçmişinden söz ediyor ya, kendisinin özgeçmişinde de farklı dönemlerden birine ait olağanüstü önemli bir ayrıntı var.
Türkiye’de ve yurtdışında değişik üniversitelerde öğretim üyeliği yapmış, Atom Enerjisi Kurumu Başkanlığı ile kamuoyu tarafından da bilinen Prof. Ahmet Yüksel Özemre, YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’i Galatasaray Lisesi’nden ve spor câmiasından tanıyor. Hem de ne tanımak. Teziç’in son açıklamasına itirazını kayda geçirmek için kaleme aldığı açık mektupta, Prof. Ahmet Yüksel Özemre pek bilinmeyen bir gerçeği açıklıyor:

“Gerçekten de Galatasaray mezunları bizler birbirimizi iyi tanırız.: Siz de hâfız ve hacı bir babanın, merhûm Ârif Teziç beyin oğlusunuz; ben de hâfız ve hacı bir babanın, merhûm Nûrullah Özemre'nin oğluyum. Ben de Üsküdar'da bâzı yaşıtlarımla birlikte merhûm Ulviye hocahanımdan, İsmet İnönü'nün baskı döneminde bu gibi faaliyetler için alınması gereken tedbirlere ve gizliliğe titizlikle riâyet ederek, eski yazı ve Kur'ân öğrenirken siz de gene aynı dönemde bâzı yaşıtlarınızla birlikte Fâtih'de Mesihpaşa Câmii imâmı merhûm Mehmet Selim Eryavuz Hocaefendiden eski yazı ve Kur'ân öğrenmekteydiniz.”

Prof. Ahmet Yüksel Özemre, bir dönemin ünlü hocası Prof. Tarık Zafer Tunaya’dan, Prof. Teziç’in, çocukluğunda, Fâtih'teki Mesihpaşa Câmii'nde ezan okuduğunu da duymuş, ama bu bilgiyi hocanın kendisine teyit ettirememiş…


FKORU

Acaba, Erdoğan Teziç bugün cumhurbaşkanlığına aday gösterilse, vaktiyle kaçak kurslarda Kur’an-ı Kerim dersleri aldığı görmezden mi gelinirdi, yoksa sözü ile özü arasında farklılık bulunduğu iddiasına muhatap edilip bu konu ciddi ciddi sorun mu yapılırdı?


SES

Bugünlerde ‘öz ve söz’ üzerine muhabbet hayli yaygın. Konu ilk olarak Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın basın toplantısında gündeme gelmişti.


Org. Yaşar BÜYÜKANIT

“Biz hem cumhurbaşkanımızın hem de aynı zamanda başkomutanımızın Silahlı Kuvvetler ve Türk milletinin sahip olduğu cumhuriyetin temel değerlerine, anayasamızda ifadesini bulan laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti idealine, devletin üniter yapısına bağlı ama sözde değil özde, bunu davranışlarına yansıtacak şekilde bir cumhurbaşkanının oraya seçileceğine olan inancımı belirtmek istiyorum.”


SES

Bütün Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin öncesinde ‘söz ve öz’ eksenli tartışmalar hep gündeme gelmiştir. Bakmayın siz 28 Şubat’ın mimarı olduğu için bazı çevreler nezdinde sonradan edindiği itibara… Çok uzun yıllar sağ zeminde politika yaptığı için sürekli eleştirilen, bazen ‘irticanın iki ayağından biri’ olmakla suçlanan Süleyman Demirel de, cumhurbaşkanlığına adaylığını koyduğunda, üzerine müthiş itiraz çekmişti.
Hele Turgut Özal adaylığını koyduğunda… Yer yerinden oynamıştı…



Abdullah MURADOĞLU

“1983 seçimlerinden sonra Türkiye belli bir demokratik ortama girdi. Özal’ın cumhurbaşkanı adayı olması öncesinde de çok ciddi tartışmalar yaşandı, bugün yaşadığımız tartışmalar o gün de vardı. Özal’ın adaylığı için ‘Hacı Turgut Özal Çankaya’ya çıkıyor, hukukçular tereddütlü’ tarzında manşetler atılmıştı. Ancak sonuçta bunların hepsi daha sonra unutulmuştur.


SES

Gerçekten de hafızamız milletçe çok zayıf, her şeyi çabucak unutuyoruz. Dünyayı içinde yaşadığımız andan ve kendi baktığımız dar pencereden görülenden ibaret sanıyoruz. Büyük çalkantılar yaşıyoruz; geride bıraktığımızda sanki hiç yaşanmamış gibi oluyor o büyük çalkantılar… Hep sonuncu kavga, hep en son kriz; gözümüzde büyüyen, bir tek şu an yaşadığımız sorunlar…
Oysa ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ten başlayarak neredeyse bütün cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi ve sonrasında büyük sıkıntılar yaşanmış, bayağı kavgalar çıkmıştır.


Emre AKÖZ

“Atatürk’ün makamı denilen makam, yani cumhurbaşkanlığı Çankaya köşkü
ne derseniz değin o makama oturanlar acaba hani çok mu hoş bir şekilde, bugünden
bakıldığında çok mu imrenilecek bir şekilde oturdular? Bu bir siyasettir, siyasi dengeler
rol oynar. Atatürk’ün kendisi de bizatihi o makama otururken siyaset yapmıştır. 1923’de
Cumhuriyeti ilan edip cumhurbaşkanı seçilirken meclisin toplam üye sayısı o zaman
280 küsur kadar 1923’de; ama Atatürk 158 oyla seçilmiştir mesela; diğer üyeler mecliste
o sırada yoktu… Haa, karşı oldukları için mi? Hayır ama bu oy meselesi falan açısından bakarsanız, Gazi Paşa içinde geçerlidir.

“İnönü’nün seçilmesi de… İnönü seçildi, güzel, peki seçilmeseydi ne olurdu? Diyelim meclis İnönü’yü seçmedi; İstanbul 1.ordu komutanı Fahrettin Paşa dönemin genelkurmay Başkanı Fevzi
Çakmak’ın ‘biz meclis kararına saygılıyız’ dediğini öğrenince İstanbul’da bütün komutanları
topluyor, ‘olmaz öyle şey’ diyor. Ankara’ya gidiyor, orada dikleniyor. ‘Biz anlamayız, seçimden
İnönü olacak’ diyor. İnönü nün seçilmesinde problem yoktu ama, seçilmeseydi problem olacaktı.

“Bayar’ın seçilmesi dışarıdan sakin görünüyor ama seçilmesinden bir süre sonra orduda büyük
bir operasyon yapıldı, 150’den fazla subay emekli edildi. Neden? Çünkü darbe planlıyorlardı.
Mesela 1960’a geliyoruz… 60’da darbe yapmışlar, biliyorsunuz, anıt dikildi özür dilemek için.
Hem başbakanı astılar, hem de aday çıkmaya çalışan bir profesörün adaylığını kafasına silah
dayayarak engellediler. Cemal Gürsel’in gelmesi de böyle bir şeydir.

“Sonra Cevdet Sunay’ı Meclis büyük bir çoğunlukla seçiyor. AP’nin o dönemde kendi istediği
Cumhurbaşkanını seçme imkanı var. bugün Demirel’le konuşuyoruz, o zamanın şartları
öyle gerektiriyordu diyor. Demek ki, şunu diyor: ‘Beni etkileyen başka güçler vardı’.

“1973 seçimlerine gelelim. Bülent Ecevit meclise geliyor. CHP başkanı olarak. Bir bakıyor, meclis sarılmış, askerler meclisi sarmış içeri giriyorlar. Bütün meclis koridorları subay dolu. Kimisi nazikçe kimisi kabalaşarak eski genel kurmay başkanı Faruk Gürler’in seçilmesi için baskı yapıyorlar. Meclise girmişler. Yani ondan sonra siyasetçilerin direnişi var vs vs. Ve Korutürk seçiliyor.



SES

Cumhurbaşkanı seçimleri 1980 sonrasında daha da önemli hale geldi. Darbeciler yönetime el koyduktan sonra baştan ayağa elden geçirdikleri rejimin, kendileri siyaset arenasından çekildikten sonra da devam edeceğine inanmışlardı. Buna o kadar inanmışlardı ki, Çankaya Köşkü’nde oturacak kişiye olağanüstü yetkiler tanımışlardı. 12 Eylül rejimi etkisini çoktan yitirdi, ama Kenan Evren’e cumhurbaşkanı olduğunda tanınan yetkiler bugün de devam ediyor. Parlamenter demokrasilerde hukuken sorumsuz bir cumhurbaşkanına asla tanınmayacak genişlikte yetkiler bunlar… Bugün yapılan tartışmalarda pek az gündeme getirilen bu konu, geçmişte bayağı eleştirilmişti.



Ahmet Necdet SEZER

“Anayasa Mahkemesi Başkanı iken, Anayasa'yla öngörülen Cumhurbaşkanı'nın görev ve yetkilerinin, parlamenter demokrasinin gerekleriyle bağdaşmadığını söylemiştim. Bu düşüncemi bugün de koruyorum. / Ancak, Cumhurbaşkanı'nın, kurallar değişmedikçe Anayasa ile verilen görevleri yerine getirmesi, yetkileri kullanması zorunludur. Üstelik laik Cumhuriyet rejimini, Anayasa'nın uygulanmasını gözetme bağlamında koruyup kollama görevi, bu zorunluluğu kimi zaman daha da artırmaktadır.”


SES

Bugün kitleleri sokağa döken hassasiyetin ipuçları Cumhurbaşkanı A N Sezer’in konuşmasında var. Neredeyse tek maddelik bir hassasiyet bu: Lâiklik hassasiyeti… Turgut Özal, hatta Süleyman Demirel adaylıklarını açıkladığında her ikisinin de yeterince laik olup olmadıkları tartışılmıştı. Hatta Atatürk’ün başbakanı, Milli Mücadele’nin Galip Hocası Celal Bayar’ın bile laikliği benimsediğinden kuşku duyanlar çıkmıştı. Zaman zaman ‘Galip Hoca’ kılığıyla Anadolu’da dolaşmasını bile sorun yapmışlardı Celal Bayar’ın… Atatürk vefat ettiğinde “Seni sevmek ibadettir” diyen Celal Bayar İmam Hatip okulu değil, Alliance Israelite adlı azınlık okulu mezunuydu.



Ahmet KEKEÇ

“Cumhurbaşkanlığına seçilecek kişi Atatürk’ün koltuğuna oturacak gibi bir yaklaşım var. Belki de ikinci bir Atatürk olması bekleniyor oradaki insanın. Bunun böyle olmadığını zaten geçmişten biliyoruz. En önemli figür Atatürk’ün silah arkadaşı, milli mücadelenin en önemli aktörlerinden, Cumhuriyetin kurucularından İsmet Paşa’nın çok da Atatürk’ün yapmak istediği şeylere uygun bir başkan olmadığını gördük biz. Atatürk’ün makamında oturdu, ama Atatürk’ün yapmak istediği şeyleri ortadan kaldırdı. Gelir gelmez paralara kendi resimlerini koydurdu. Çok özel politikalar güttü.”


SES
Evet, Atatürk’ün silâh arkadaşı, Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü bile yeterince Atatürkçü olmadığı için eleştirenler hep olmuştur.


Ahmet KEKEÇ

İsmet Paşa hiç de Atatürk’e yakışır bir cumhurbaşkanı olmadı. İsmet Paşa döneminde Atatürk’le
ilgili tavsayan bir takım duyguları tamir etme görevi Atatürk karşıtı olarak görülen ve hatta bu nedenle görevden uzaklaştırılan Menderes döneminde yapıldı. Atatürk’ü koruma kanunu 1951 yılında çıktı. Dolayısı ile ‘İsmet Paşa Atatürk’ün mirasçısı’ demek çok doğru bir yaklaşım olmayacak. Hatta anti Atatürkçü bir yönelim içinde olduğunu da söyleyebiliriz. Daha içe kapanmış olmakla birlikte, daha Enverist bir çizgiyi savunuyordu İsmet Paşa.”


Erdoğan TEZİÇ

“Bu doğrultuda, adayların, özgeçmişinin yanı sıra, başta laiklik ilkesi olmak üzere, Cumhuriyetin değiştirilemeyecek niteliklerini ve bunun ayrılmaz parçası ve temeli olan çağdaş bilimi benimsemiş ve sindirmiş olmaları da Anayasal bir zorunluluktur.”



Emre AKÖZ

“Aday olacak kişinin özelliklerine bakalım bu özgeçmiş hikayesi demokratik ortamlarda yapılan seçimlerde her zaman gündeme gelmiştir. Celal Bayar geldiği zaman da bu konuşulmuş, Özal geldiği zaman da, Süleyman Demirel’de de… Bugün bir takım insanların yaptığı itirazlar daha önce de yapılmıştır. İlericilik-gericilik, irtica meselesi İsmet Paşa için bile söylenmiştir.”


SES
Belki de en şaşırtıcı durum Mustafa Kemal’in cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşandı. Mustafa Kemal’i yeterince Atatürkçü ve laik olmadığı için o makama layık görmeyecek değiller ya; Emre Aköz ne demişti, hatırlayalım:



Emre AKÖZ

“1923’deCumhuriyeti ilan edip cumhurbaşkanı seçilirken meclisin toplam üye sayısı o zaman 280 küsur kadar 1923’de; ama Atatürk 158 oyla seçilmiştir mesela; diğer üyeler mecliste
o sırada yoktu… Haa, karşı oldukları için mi? Hayır, ama bu oy meselesi falan açısından bakarsanız Gazi Paşa için de geçerlidir.”



SES

Bugün bir Ak Partilinin cumhurbaşkanı olmasına en sert itiraz, Çankaya Köşkü’nün Atatürk’ün makamı olması yüzünden… Kimileri sözünü hiç eğip bükmeden açıkça “Orası Atatürk’ün makamı, oraya bir Ak Partili oturamaz” diyor; bazen de o anlama gelen sloganlar atılıyor.


SES

Tarih bilgimiz ne kadar az… Atatürk sadece cumhurbaşkanlığı yapmamıştı ki… Cumhuriyet kurulmadan önce oluşan Büyük Millet Meclisi’nin başkanı da Atatürk’tü. Büyük Millet Meclisi içinden çıkmış ilk hükümetin başkanlık koltuğunda da Atatürk oturuyordu, başbakandı… Vaktiyle Atatürk’ün oturduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığı ve Başbakanlık koltuklarında bugün Ak Partili siyaset adamları oturmuyor mu?


SES

Atatürk’ün bir koltuğu da Cumhuriyet Halk Fırkası başkanlığı koltuğuydu; bugün o koltukta Deniz Baykal var… Tayyip Erdoğan’ı cumhurbaşkanı görmek istemeyen çevrelerin zaman zaman aynı şiddette eleştirilerine muhatap olan Deniz Baykal…


F KORU

Bir de ‘Cumhuriyetçi ideoloji’ adına yapılan itirazlar var. Türkiye’de hemen her yurttaşın hiçbir tereddüde düşmeden üzerinde birleşebildiği nadir ortak paydalardan biridir Cumhuriyet. Geçmişinde krallar, diktatörler bulunan nice cumhuriyette, geçmişe özlem duyanlar, gizliden gizliye kraliyet soyundan gelenlerle temas kurup onları yeniden tahta çıkarmayı düşünenler vardır da, Türkiye’de öyle tek bir kişiye rastlanmaz. Cumhuriyet ve onun türevi olan demokrasi herkes tarafından benimsenmiştir ülkemizde. Bu sebeple, sanki Türkiye’de cumhuriyet karşıtı olanlar varmış gibi, konunun ara sıra da olsa tartışma gündemine taşınmasını hep yadırgamışımdır.


Ahmet Necdet SEZER

“Temelinde Atatürk ilke ve devrimleri bulunan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti ideolojisi, tüm yurttaşların taraf olması gereken bir Devlet ideolojisidir. Cumhurbaşkanı, anayasal devlet rejimine egemen olan değerleri savunurken toplumun çeşitli kesimleriyle birlik içinde olabilir. Cumhurbaşkanı'nın anayasal ilkelerden yana taraf olması, siyasal taraflılık biçiminde yorumlanamaz.”


SES

Konuyu ‘ideolojik’ çerçeve içerisinde görmek hayli sorunludur oysa. Kraliyet yönetimlerinde süreklilik, yönetimde hep aynı soydan gelen birinin bulunmasıyla, yani kan bağıyla sağlanıyor. Cumhuriyet yönetimlerinde ise ortaya sandık konuluyor ve vatandaşın hakemliğine başvuruluyor… Kaldı ki, kraliyet yönetimlerinde bile, her kralın düşüncesi bir oluyor mu? Olmuyor, öyle olması da beklenmiyor. Despotik bir kraldan sonra yerine geçen kardeşi veya oğlu özgürlüklerden yana olabiliyor…
Demokratik sistemlerde cumhurbaşkanları ister istemez değişik partilerin tercihiyle seçiliyor. İktidarda muhafazakar bir parti varsa, onların seçtiği cumhurbaşkanı da muhafazakar oluyor, sosyalistler iktidardaysa cumhurbaşkanı da sosyalist oluyor… Devir/devran değişiyor, cumhurbaşkanlarının eğilimi de…


SES

Bizde neden hep aynı çizgide bir cumhurbaşkanı olsun ki? Yedi yıl boyunca cumhuriyeti ‘tekçi bir ideoloji’ saymış Ahmet Necdet Sezer oturdu Çankaya Köşkü’nde; bugünlerde seçilecek yeni cumhurbaşkanı dünyadaki değişim ve gelişimi, ülkemizdeki dönüşümü kişiliğinde daha iyi yansıtan biri olursa hiç şaşırmamak gerekiyor.



BİTİRİRKEN

Cumhuriyet mitinginden görüntüler… (çok kısa)
Aynı mitingden görüntülü konuşmacı profilleri: Tuncay Özkan, Nur Serter, Alparslan Işıklı, sahneye çıkmayan Şener Eruygur… (flaş kısalığında)
Cumhurbaşkanı Sezer Harp Akademileri’nde konuşuyor (Görüntü): “Başbakan, yürütme görevinde, ancak ilişkin bulunduğu siyasal görüşü temsil edebilir. Oysa, Cumhurbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk Ulusu'nun temsilcisidir.”
Büyükanıt’ın basın toplantısı… Görüntüde, Emin Çölaşan Org. Büyükanıt’a “Size Hocam dedi mi?” sorusunu yöneltiyor…
Rektörler Komitesi toplantısından sonra Teziç konuşuyor (Görüntü): “Bu doğrultuda, adayların, özgeçmişinin yanı sıra, başta laiklik ilkesi olmak üzere, Cumhuriyetin değiştirilemeyecek niteliklerini ve bunun ayrılmaz parçası ve temeli olan çağdaş bilimi benimsemiş ve sindirmiş olmaları da Anayasal bir zorunluluktur.”


F KORU
Cumhurbaşkanlığı seçimini bir varlık/yokluk sorunu haline sokmaya çabalayanlar var ülkemizde; bir itiş-kakışla, katakulliyle, son dakika golüyle sonuç almaya alışmış çevreler bunlar… Oysa cumhurbaşkanı, adı üstünde cumhurun başkanıdır ve bu sebeple de cumhurun, yani halkın değerlerini en fazla yansıtan kişi olmasında yarar vardır.
Zaten kendimizi bir kenara çekip önümüze ‘gerçek’ diye sunulan verilere “Acaba?” kuşkusuyla yaklaşınca, gözlerden saklanmak istenenleri daha açık-seçik görmeye başlayabiliyoruz.
Bugünün karışık ortamına bakarak karamsar olmaya, umutsuzluğa kapılmaya hiç gerek yok. Türkiye bugünkünden çok daha ciddi sorunları zahmetli de olsa aşmayı başarmış bir ülke; bizim halkımız da daha iyi şartlara ve yönetimlere lâyık insanlardan oluşuyor.
Geçmiş hepimize ışık tutuyor, parlak geleceğimiz ise en büyük umudumuz.
Ben programı burada bitiriyorum, ama vardığım sonuçtan tatmin olmadıysanız, benim kuşkucu yaklaşımımı sizler de benimseyebilirsiniz. Hangi soruyu sormanız gerektiğini biliyorsunuz nasıl olsa: Acaba?

ACABA 2: Ak Parti'nin Adayı Abdullah Gül 42607

ACABA 2

YAYIN TARİHİ 26 NİSAN 2007

KONUSU: AK PARTİ’NİN CUMHURBAŞKANI ADAYI A GÜL

Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ak Parti’nin uyguladığı taktikler…
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir aday olacağına bir olmayacağına çekilen açıklamaları, medya mensuplarıyla, balıkçılarla konuşurken söyledikleri…

Medyada çıkan yanlış haberler
Habertürk’ün “Vecdi Gönül aday” flaş haberi, oraya katılıp görüş açıklayan ünlü gazeteciler resm-i geçidi… Herbirinden birer cümle…

Gazetelerde çıkan sanki doğruymuş gibi sunulan değerlendirme yazıları (A Hakan’ın Nimet Çubukçu, Hürriyet’in 24 Nisan günlü “Ya Vecdi Gönül, ya Beşir Atalay başlığı, vs.)

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Abdullah Gül’ün aday olduğunu açıkladığı konuşması…


SES

Çok heyecanlı bir aday belirleme sürecinden sonra iktidardaki Ak Parti’nin cumhurbaşkanlığı için uygun gördüğü kişiyi biliyoruz. Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Meclis’ten de gerekli destek oyunu alırsa, Türkiye’nin 11. cumhurbaşkanı olacak…

Türkiye’de her olaya ‘acaba?’ kuşkuculuğuyla yaklaşmak bir zorunluluk... Kuşkuculuğun gerekli oluşuna cumhurbaşkanlığı adayını belirleme sürecinde bir kez daha tanıklık ettik. Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde verilen 23 Nisan resepsiyonuna katılan gazeteciler, nereden nasıl etkilenmişlerse, birbiriyle taban tabana zıt haberlerle kamuoyu karşısına çıktılar. Bir televizyon kanalı sabahlara kadar süren yayınında “Ak Parti’nin cumhurbaşkanı adayı Vecdi Gönül” haberini flaş olarak geçti ve anlı şanlı gazetecilere bu yanlış bilgiyi saatlerce yorumlattı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında “Adayımız Abdullah Gül” açıklamasını yaptığı gün de, çok satan gazetelerden biri, “Cumhurbaşkanı adayı, ya Vecdi Gönül, ya Beşir Atalay” manşetiyle çıktı. Bu arada, Nimet Çubukçu ve Edibe Sözen’in adları da Ak Parti’nin cumhurbaşkanı adayı olarak gazetelerde yer aldı.

Aday belirleme süreci, siyasî haberlerini televizyondan alan, okuduğu gazetelere güvenen insanlar için müthiş kafa karıştırıcı bir süreç oldu.



F KORU

Her partinin sonuç almak için etrafa yanlış bilgi yaymaya, hatta aldatmacaya başvurduğu bilinir. 1989 yılında, Kenan Evren’den boşalan cumhurbaşkanlığı koltuğu için yapılacak seçimde, kendisinin aday olacağını, bütün süreç boyunca gizlemişti Turgut Özal. Kanaat önderleri, haftalar boyu, daha çok Turgut Bey’in yaydığı haberlerden etkilenerek, Turgut Özal için “Aday olacak, olmayacak” diye papatya falı açmışlardı o dönemde.

Bu defa biraz farklıydı. Cumhurbaşkanı adayını belirleme sürecinde Ak Parti veya süreci yönlendiren Başbakan Tayyip Erdoğan sanıldığı gibi medyayı şaşırtma amaçlı yanlış izlenimler vermedi; aday son ana kadar gerçekten de tam belli olmamıştı. Son gece bile, her bir ihtimali enine boyuna yeniden tartışma ihtiyacı duydu Ak Parti liderleri… Başbakan Erdoğan, o gece boyunca, Başbakan Yardımcısı Gül ve Meclis Başkanı Arınç ile yüzyüze ve telefonla defalarca görüştü.


SES:

Ak Partili karar vericilerin önünde birini tercih etmeleriyle sonuçlanacak üç ayrı seçenek bulunuyordu:

Ya Tayyip Erdoğan başbakanlığı bırakıp Çankaya Köşkü’ne çıkmaya karar verecekti…
Ya Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olması ve dolayısıyla hükümetin onun ağırlığından mahrum kalması göze alınacaktı…
Ya da, bazılarının ‘düşük profilli aday’ dedikleri formül yürürlüğe sokulacak ve Erdoğan-Gül ikilisi dışındaki bir Ak Parti büyüğü aday gösterilecekti…

Bu seçeneklerin her birinin siyasi maliyeti vardı. Öyle anlaşılıyor ki, son gece yürütülen temaslar ve istişareler sonucunda Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasına karar verilmesi, en az siyasî maliyet getirecek, buna karşılık en fazla siyasî kâra dönüşecek seçenek olarak görüldü. Bilgili, uyumlu ve ılımlı bir görüntü veren, uluslar arası deneyime sahip, ekonomi doçenti profiliyle Abdullah Gül, Ak Parti’nin dışa ve farklı toplum kesitlerine hayli sempatik gelen yüzüydü.
Kamuoyu yoklamaları parti yöneticilerine bu işareti vermişti çünkü…
Adayın ismi kamuoyundan gizlenmedi, Abdullah Gül işin başından beri en güçlü adaydan biri olmasına rağmen, ismi kesin aday olarak, ancak son gece belirlendi.


Özer SENCAR

İktidar partisi içerisinde Tayyip Erdoğan- Abdullah Gül ilişkisi en iyi kompozisyonu oluşturuyor. Başbakan veya cumhurbaşkanı olması kompozisyonunun dışında da böyle bir görüntü veriyor. Bizim yaptığımız son dört araştırmada şöyle bir bulgumuz var. Araştırmamıza katılan seçmenlere şu suali sorduk. “Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmazsa iktidar partisinden kimin cumhurbaşkanı olmasını istersiniz?” diye sorduğumuzda üç araştırmada da en yüksek tercihi Abdullah Gül istikametinde kullandı seçmenlerimiz.


SES:

Ak Parti kamuoyu yoklamalarına olağanüstü önem veren bir parti. Kritik anlarda daha sık olmak üzere değişik şirketlere her ay en az bir alan araştırması yaptırılıyor. Partinin lider kadrosu, bu araştırmalar yoluyla, yalnızca her partinin o ayki kamuoyu desteğinin ne durumda olduğunu öğrenmekle kalmıyor, insanların hassas ve hayati konularda ne düşündüğü hakkında da bir fikir sahibi oluyorlar.

Nasıl bir cumhurbaşkanı adayı ile toplum önüne çıkılması gerektiğini Ak Parti adına aylardan beri araştırıyor şirketler… Her seçeneğe toplumun tepkisini mümkün olan bütün ayrıntılarıyla almaya çalışıyorlar…


İbrahim USLU

Geriye dönüp baktığımda, ben, ne Turgut Özal’ın seçilmesinde ne Demirel’in seçilmesinde kamuoyu araştırmalarının bu kadar medyanın gündemine geldiğini hatırlamıyorum. Hele Sayın Sezer’in seçilmesinde zaten kamuoyuna ismi son anda lanse edildiği için kamuoyuna hiçbir zaman sorulmadı. Kamuoyu kanaatlerinin bu kadar çok tartışılıyor olmasını ben yine cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik özgün bir yorum olarak düşünüyorum. Arkasında bu cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik kurgulanmış bir siyasal mühendislik projesinin katkısı var diye düşünüyorum.


SES:

Görüyorsunuz, kamuoyu araştırması yapan şirketin yöneticisi de ‘acaba?’ sorusunu zihninde taşıyor. Onun acabası, kamuoyu kanaatlerinin bu cumhurbaşkanlığı sürecinde daha önce hiç görülmemiş bir yoğunlukla tartışma gündemine girmesiyle ilgili. Kast ettiği, “Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına kamuoyu karşı” türünden yakıştırmalar… Bir de, Ak Parti çevrelerinde yankı bulan “Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olursa Ak Parti’nin seçim şansı azalır” kanaati…


F KORU

Birçok başka belirleyici unsur daha var da, bu tür yakıştırma ve kanaatlerin şu anda içinden geçmekte olduğumuz süreci müthiş etkilediğinin ben de yakın tanığıyım. Ak Parti lider kadrosu Çankaya Köşkü’ne içlerinden birini gönderirken, alacakları kararın, altı ay sonra yapılması kararlaştırılmış genel seçimde partilerinin başarı şansını artırmasını hep göz önünde tuttular. Özellikle de Tayyip Erdoğan… Kendisine ulaştırılan araştırmaları didik didik ettiği biliniyor Ak Parti liderinin… Öyle bir aday tespit etmeliydiler ki, altı ay sonra gidilecek seçimde, Ak parti’nin oyları azalmasının artsın…
Cumhurbaşkanı adayını belirleme süreci boyunca Tayyip Erdoğan’ın en fazla ilgilendiği ayrıntı ise, kendisi aday olduğu takdirde, Ak Parti’nin önümüzdeki seçimde başarı şansının azalıp azalmayacağıydı…



İbrahim USLU

Elbette ki biz AKP’ye hizmet veren bir şirket olarak bu siyasal mühendislik projesinin bir parçası kapsamında bu araştırmaları yürütmedik. Parti kamuoyunun fikrini merak ediyor ve yakından izliyor ve ona göre biz bu güne kadar birkaç senaryoyu birden sorguladık ve birkaç senaryoya göre reaksiyonun ne olacağını tahmin etmeye çalıştık. Tabii farazi bir duruma göre seçmenin reaksiyonunu ölçümlemek aslında araştırma açısından hiç de kolay bir şey değil Biz ölçümlemelerimizde seçmenin büyük çoğunluğunun yakın zamana kadar çok açık biçimde ‘cumhurbaşkanı kim olsun?’ diye soru yöneltildiğinde yaklaşık yarısının kanaatinin olmadığını tespit ettik. Yakın zamana kadar cumhurbaşkanlığı toplumun elitlerinin ilgisinde olan bir konu idi. Son bir iki haftadır halkın ilgisi biraz daha arttı.



Özer SENCAR

Genellikle gerek iktidar partisinin mensuplarından gerekse diğer çevrelerde Tayyip Erdoğan Çankaya’ya çıkarsa iktidar partisinin oyunun azalacağına dair bir endişe ve korku var ve bu üst kurullarda değişik yerlerde dile getiriliyor.


Nuran YILDIZ

Erdoğan cumhurbaşkanı, Abdullah Gül başbakan olursa Ak Partinin çok uzun ömürlü olacağını düşünmüyorum biliyorsunuz. ANAP da kurulduktan bir süre sonra Özal altını çizerek demişti ki ‘biz bir ideoloji partisi değiliz ve dolayısı ile dört eğilimi içimizde çok rahat barındırırız’ demişti.AK partiye dönüyoruz Özal Anap ı böyle tanımlamış olmasına rağmen AK partide böyle bir tanım söz konusu değil kuruluş aşamasından itibaren ak parti bir lider partisi etiketini taşıdı. Zaten böyle gelişti partinin kuruluşundan şu ana kadar ki gidişinden bu söz konusuydu.


SES:

Parti tabanında, örgütlerinde, Meclis Grubunda, MKYK’sında “Kim aday olmalı?” sorusu epey konuşuldu. Başbakan Tayyip Erdoğan bakanlarla konuyu teke tek görüştü. Son olarak seçmen konumundaki insanlar ve esnafla da konuştuğunu hepimiz gördük.

Kamuoyu araştırması yapanlar yanında kamuoyuna yazı ve konuşmalarıyla yön verenlerin görüşleri de Ak Parti’nin aday belirleme sürecinde dikkate alındı. Görüşlerine itibar edilenler yalnızca Ak Parti çizgisinde düşünenler değildi; farklı biçimde düşünenlerin görüşlerine de kulak. Süreçte yaşanan olaylar bazı kanaat önderlerinin görüşlerini yeniden gözden geçirmesine de sebep olabiliyor, onların yeni kanaatleri Ak Parti yönetimini de etkiliyordu.


Mustafa KARAALİOĞLU

Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül arasındaki ilişkiler nasıl olacaktır.Hangisinin cumhurbaşkanı adayı olacağı hangisin partinin başında kalacağı sorusuna bağlı olarak bu çok merek edildi hatta şu da umut edildi.Açıkçası bazı çevreler tarafından bu düzen bir defa bozulursa birinden biri cumhurbaşkanı öteki başbakan yada bir pozisyon kayması yaşanırsa yada her ikisinden birini tatmin etmeyen bir sonuç ortaya çıkarsa a ralarındaki ilişki parti için problem haline gelebilir analizi yapıldı.Kimileri bunu samimiyetle kimileri beklenti olarak ortaya koydular.Şöyle bir tablo çok ben duydum açıkçası bu süre zarfında Ak partinin bütün diğer partiler gibi demokrat parti gibi Özal’ın partisi gibi geçmişte (17:49)Demirel’in tek parti iktidarında olduğu gibi ikinci seçimlerde mutlaka oy kaybeder bu fiks analiz olarak söylendi ikinciside bunun da doğal bir sonucu olarak aynı zamanda önce saydığımız pozisyon kaymalarınında doğal doğal bir sonucu olarak Erdoğan ile gül arasında tanımladığımız şekli ile bir kriz çıkar hep böyle olmuştur dendi.



Ergun BABAHAN

Benim kişisel kanım Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan arasında Türk siyasetinde pek eşi görülmemiş bir dayanışma ve bir arkadaşlık ilişkisi olduğu yönünde çok eskiye dayanan bir ilişkileri varmı emin değilim ama Ak partinin kuruluş yıllarından itibaren çok omuz omuza çok yan yana çalıştıkalarını liderliğin bile bir ciddi sorun haline gelmeden yola devam ettiklerini biliyorum.Aynı iş birliğini başbakanlığın devri sırasında da gördük.


Nuray MERT

Ben o zamandan itibaren Erdoğan nın cumhurbaşkanı olmaması gerektiğini Türkiye için iyi olanın Erdoğan nın cumhurbaşkanı olamaması gerektiğini söylüyor idim.Öyle bir süreç yaşandı ki şimdi bunu söylüyor olmaktan hafif bir pişmanlık duyuyorum açıkçası çünkü muhalefet bu söylemi o kadar tuhaf gerekçelere dayandırdı ki ve o kadar karanlık bir tablo ortaya çıkardı ki.Benim gerekçem şu idi; zaten hali hazırda bir tek parti iktidarından bahsediyor Türkiye’nin istikrarı açısından bu iyidir deniyor benim açımdan bana sorarsanız Türkiye de sürekli bir temsil krizi yaşıyoruz ve bu tek parti iktidarına da bu temsil krizi bir miktar yansıyor.Ama bunu tartışmam şu an ki hükümetin bir temsili hükümet olamadığını Ak parti hükümetinin sorunu olduğunu kesinlikle düşünmüyorum seçimlere hangi koşullar da girildi ise sonuçlarına katlanılır.ve de bu şekilde demokratik çerçeve içerisinde bu süreç işler fakat şimdi 52:26 hal böyle iken zaten tek parti hükümeti Türkiye gibi
Asgari mutabakatları hala sorun olan bir ülkede birde cumhur başkanının aynı heyet den olması sorun yaratır diye düşündüm.
…..

Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığının ben bir yıldır zor olacağını değil mahsurlu olacağını
Mahsurlu olacağı durumda da mevcut muhalefet dilinin gerekçeleri ile değil benim açıkladığım nedenlerle 55:27 aynı siyasal çizgiden birisi cumhurbaşkanı olmuştur ve bu ülkede ciddi gerilim yaratır diye düşünüyorum askeri darbeden filan bahsetmiyorum ama bu ülkede tek sorun askeri darbe olması veya olmaması değildir taktir edersiniz ki başka türden gerilimler olabilir toplumsal barış perspektifinden dikkate almamız gereken bir durum diye düşünüyorum.



SES:

Cumhuriyet tarihinin, bilimsel araştırmalara dayanan, kamuoyu eğilimlerinin hesaba katıldığı ilk cumhurbaşkanı adayı belirleme sürecini yaşadığımızdan emin olabilirsiniz. Meclis’te çoğunluğa sahip Ak Parti’nin tabanı ile örgütünün nabzı da sık sık ölçüldü. Bu süreç içerisinde Ak Parti yönetimi yanlış bir adım atmama gayretindeydi hep. Ak Parti öndegelenleri aslında televizyon programlarına, tartışmalarına katılmakta pek istekli davranmazlar, çoktan beridir ilk kez, cumhurbaşkanı adayını belirleme süreci içerisinde, Ak Parti yöneticilerinin televizyon ekranlarında boy gösterdikleri görüldü.

Kendileri katılmasalar bile, Ak Parti liderlerinin televizyon tartışmalarını dikkatle izledikleri biliniyor. Seçecekleri aday konusunda bazı muhalefet partisi liderleriyle görüştü Ak Partili yöneticiler; CHP lideriyle görüşmemelerinin sebebini onun kamuoyuna açıkladığı ters görüşleri olduğunu bildirdiler. Buna rağmen, CHP’lilerin kamuoyuna açıklanan veya ekrana yansıyan görüşlerini dikkatle not ettiler…



F KORU

Bütün bu süreç içerisinde beni en çok şaşırtan anamuhalefet partisi CHP’nin ve özellikle Genel Başkan Deniz Baykal’ın tavrı oldu. Cumhurbaşkanlığı adaylık süreci başladığı sırada CHP’nin oy grafiği yukarıya doğru bir kıpırdanma halindeydi. Kamuoyunun CHP’den günün hassasiyetine uygun bir biçimde yatıştırıcı bir rol oynamasını beklediği belliydi… Ak Parti’nin 3 Kasım 2002 seçiminden birinci parti olarak çıkmasının ardından, siyasî yasaklı olduğu için Meclis’e giremeyen, milletvekili olamadığı için başbakanlık görevini üstlenemeyen Tayyip Erdoğan’ın önünü CHP lideri Deniz Baykal açmıştı. Bir ufak yasa değişikliğiyle siyasi yasağı kaldırılan Tayyip Erdoğan, istifa eden bir milletvekilinin yerine ara seçime girdi, kazandı ve başbakanlığı öyle devraldı.

Kamuoyunun, Deniz Baykal’dan, cumhurbaşkanlığı sürecinde, korku ve endişelerin hüküm sürdüğü bir ortamda, yatıştırıcı bir rol üstlenmesini beklediği o kadar belliydi ki…

Deniz Baykal bunu yapmadı, tam tersi bir tavır takınıp daha sürecin ilk gününden itibaren, “Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmayacak” keskinliğinde açıklamalar yaptı…



DENİZ BAYKAL
(A Hakan programından ilgili bölüm buraya alınacak):
Mealen: “Tayyip Erdoğan, Çankaya’ya çıkma… Çıkmazsan, korktu kaçtı demem, bunu neden yaptığını seninle birlikte halka anlatırım…”


F KORU:

Daha önce partisinin grup toplantısında da seslendirdiği bu görüşü duyduğunuzda siz ne anlamıştınız? Benim bu çıkıştan anladığım da sizin anladığınızdan farklı değil. Deniz Baykal, CHP lideri olarak, aylar boyu sürdürdüğü “Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmasın” kampanyasının sonuna gelmiş… Tayyip Bey aday olmazsa, kampanyasının başarılı olduğunu ilân edecek ve Ak Parti’nin göstereceği başka adaya razı olacak… Tabii aday makul biri olmak şartıyla…
İyi de, “Ak Parti’den birini Çankaya’ya lâyık görmen gerekse, o kişi kim olabilir?” diye sorulsa 354 kişilik Ak Parti grubundan kimi seçerdi Deniz Baykal? Öyleyse, Tayyip Erdoğan “Adayımız Abdullah Gül” dediğinde neden CHP memnun olmadı? Neden Deniz Baykal Tayyip Erdoğan’a karşı sürdürdüğü sert kampanyayı, adı aday olarak açıklandıktan sonra, ayniyle Abdullah Gül’e de reva görüyor?


SES:

Belli etmese ve sorulduğunda yöneticileri inkâr etseler bile, kamuoyu araştırmalarına CHP de önem veriyor. Aday belirleme sürecinde CHP’nin muhtemel oyları bir aşağı bir yukarı oynayıp durdu. CHP’ye bu hizmeti veren şirketler ve araştırmacılar “Ortamı biraz daha ger, biraz daha ger” tavsiyesinde bulunmuşa benziyor.


Özer SENCAR

Sayın genel kurmay başkanının konuşmasını yaptığının ertesi günü alana çıktık ve Perşembe günü ayın 20 sinde alan çalışmasını bitirdik ve bu raporu yeni çıkardık.

….

Bu son araştırmamızda bize ilginç gelen bir değişiklik vardı; yılbaşından bu yana muhalefet partisi CHP’nin oylarında düzenli bir azalma görülüyordu. 14.2 den 12.9 kadar düşmüştü. Bu son araştırmamızda CHP’nin oyu tekrar 14.2 ye yükseldi. Yani son araştırmamızda CHP’in oyu tekrar eski seviyesine yükseldi.


F KORU

Ne dersiniz, adayın açıklanması üzerine sıcağı sıcağına verdiği, her yöne çekilebilecek hem nalına hem mıhına tepkiden sonra, CHP lideri Deniz Baykal, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmaması için de sert bir kampanya sürdürür mü?
Cumhurbaşkanı seçim turları yarın başlayacak ve CHP lideri partili milletvekillerinin oturumlara katılmayacağını açıklamakta elini çabuk tuttu. İlk oturumda 367 milletvekili Meclis’te bulunmazsa hukuk mühendisliği yoluna başvurulacak. Vaktiyle önemsiz saydığı “En az 367 milletvekili hazır bulunmadan Meclis seçime geçemez” görüşüne itibar etmek niyetinde CHP. Deniz Baykal ve arkadaşları konuyu Anayasa Mahkemesine götürecekler…
Sonra? Sonrası kriz demek…

İlk gün yapılacak oturuma 367 milletvekili katılmaz, CHP Anayasa Mahkemesine başvurur, Anayasa Mahkemesi de CHP’yi haklı bulursa… Eşyalarını yeni evine taşıyan Ahmet Necdet Sezer, görevi otomatik uzayacağı için, taşınmayı durdurur… İki ay içerisinde seçim zorunlu hale gelir… Meclis’e milletvekillerini göndermeyerek krize yol açan partiler kendi elleriyle sebep oldukları krizden kârlı mı çıkarlar, yoksa zararlı mı?

Bugünden söyleyebileceğim şu: Partiler CHP’nin uyguladığı kriz politikasını sonuna kadar götürür ve cumhurbaşkanlığı seçiminden erken seçimi zorlayacak bir kriz doğururlarsa, herkesin deneyimsiz çaylaklar gözüyle baktığı Ak Parti liderlerinin politik ustalıklarına şapka çıkarmam gerekecek.

Neden mi? Etrafınıza bir bakın, kriz isteyen, hele Abdullah Gül cumhurbaşkanı olamasın diye kriz çıksın ve hemen seçime gidilsin beklentisinde tek bir kişi var mı acaba?


PROGRAMIN GİRİŞİNDEKİ GÖRÜNTÜLERİN TEKRARI

Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ak Parti’nin uyguladığı taktikler…
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir aday olacağına bir olmayacağına çekilen açıklamaları, medya mensuplarıyla, balıkçılarla konuşurken söyledikleri…

Medyada çıkan yanlış haberler
Habertürk’ün “Vecdi Gönül aday” flaş haberi, oraya katılıp görüş açıklayan ünlü gazeteciler resm-i geçidi… Herbirinden birer cümle…

Gazetelerde çıkan sanki doğruymuş gibi sunulan değerlendirme yazıları (A Hakan’ın Nimet Çubukçu, Hürriyet’in 24 Nisan günlü “Ya Vecdi Gönül, ya Beşir Atalay başlığı, vs.)

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Abdullah Gül’ün aday olduğunu açıkladığı konuşması…
……….


F KORU

Türkiye’nin daha önceki cumhurbaşkanlarını seçmesi de zor şartlarda gerçekleşmişti. Güçlü partilerin liderleri, cumhurbaşkanı belirleme sürecinde, o koltuğu kimselere bırakmadılar. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin genel başkanı Celal Bayar yol arkadaşlarına “Cumhurbaşkanı olayım mı?” diye sormadı bile, oldu.
Turgut Özal, Meclis’te çoğunluğa sahip ANAP’ın lideri olarak Kenan Evren’in yerine hiç tereddütsüz kendini aday gösterdi.
Süleyman Demirel, yüzde 27 oyla koalisyona girmiş Doğru Yol Partisi’nin lideriydi; ortağı Erdal İnönü’nün desteğiyle, Çankaya Köşkü’ne kendisini çıkardı…
Çankaya koltuğu uğruna darbeler yapılmış, darbe girişimlerinde bulunulmuş bir ülke burası…
İlk kez bir başbakan, partisi Meclis’te sayısal çoğunluğa sahip olmasına ve zorlasa kendisini seçtirebilecek konumda bulunmasına rağmen, cumhurbaşkanlığı koltuğunu bir başkasına teklif etme özverisini gösterdi. Süleyman Demirel’in, Kenan Evren’in “Kaçırır mı hiç kaçırmaz, Tayyip Erdoğan mutlaka aday olur” dediklerini hatırlayın lütfen…
Turgut Özal’a “Çıkarsan, seni onursuzca indiririz” tehdidini savuran Deniz Baykal ise aynı sert tavrını bugün de sürdürüyor.
“Neden acaba?” diye soracağım, ama galiba bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz.