24 Mayıs 2007 Perşembe

ACABA5 : Medya ve Darbeler

ACABA5
Medya ve darbeler

Cumhuriyet mitinglerinden görüntüler… Özellikle halkın medya karşıtı sloganlar attığı, “Satılık medya” diye bağırdığı bölümler…
Geçen hafta yapılan IPI toplantısından yabancı gazeteci görüntüleri… Başbakan RT Erdoğan’ın katıldığı IPI panelinden görüntüler…)
Tv’lerin dev binaları…
Türkiye’de çıkan gazetelerden görüntüler…
Ünlü gazeteciler –portreler- birbiri ardına akan fotolar…


Programa katılanların söylediklerinden potböri:

Mustafa SÖNMEZ: “Şimdi bugünkü fotoğrafa baktığımızda, sektörün yaklaşık yarısına Doğan Grubu hükmediyor, doğan grubu dışarıdan gelen bir sermayedar, yani medya dışından gelen bir sermayedar, otomotiv sektöründen, ama hem medya içerisinde büyüdü, hem de medyanın olanakları sayesinde diğer sektörlere el attı. Baktığınızda medyanın yanı sıra enerji sektörü, gayri menkul sektörü işte yakın zamanlarda finans sektörü bu grubun çatısı altındaydı. Keza diğer büyük bir grup olarak sabah grubu vardı onlar medyanın içinden gelmişlerdi ama medya içinde kalamadılar, biraz rekabet gücü edinebilmek için finansa heves ettiler ama bildiğiniz gibi Etibank ı satın alıp sonra içini boşaltarak devletle mahkemelik oldular ve bu şu anda TMSF nin kontrolünde. Çukurova grubu yine dışarıdan giren bir grup olarak (18.24)işte akşam, show tv, digiturk ve benzeri kanallarla sektörün önemli bir ayağı. Böyle üç tane önemli ayak var. Bir tarafta da daha ideolojik ya da politik niyetlerle medyada yer alış var. Bu bi ayağı İslami medya diye nitelendirebiliriz, bir ayağı da işte cumhuriyet gazetesinin dahil olduğu kanalTürk ün vb, daha çok fikir gazetelerinin bulunduğu bir ayak.

Andrew FINKEL: “Mesela basın tirajı o kadar yüksek değil Türkiyenin nüfusu artıyor ama gazetelerin tirajı artmıyor. Hem daha okur yazar kimseler giriyor piyasaya ama buna rağmen daha , Türk medyası hep reform reform reform tavsiye ediyor ama dinlemiyor kendi sesini. Ona reform biraz geç kalıyor diye düşünüyorum.”

Yavuz BAYDAR: “Türkiye de basın, gazeteler, görsel medya, bağımsız mı? Tırnak içinde bağımsız mı?. Bence değil. Bence hala ciddi sorunlarla boğuşan bir sektörüz biz. İstikrarı sağlayamamış bir sektörüz.”

Hayati TEK: “Fakat şunu da unutmamak gerekir darbe dönemleri sadece askerler, sadece siyasiler için değil, basın için de bir sınav dönemidir. Ve bu sınavı vermek her babayiğidin harcı değildir. Yani bu iş gerçekten yürek ister, efendim cezaevini göze almak ister, işkenceleri göze almayı gerektirir. Bir sürü şeyi gerektirir.

Basının hayat damarı özgürlüktür, darbenin de en birincil vasfı özgürlükleri kısıtlamaktır. Bu çerçevede basınla darbeyi yan yana koymak, gazeteciyle darbeciyi yan yana koymak mümkün değildir.

Kürşat BUMİN: “Gazeteler zaten bitecek bence. Ben de eskiden pek inanmazdım ama inanıyorum. Çünkü şöyle bir şey var gazeteler eski, dünden bahsediyor. Baktığınız zaman dün gece zaten her birinin birer televizyon kanalı var aşağı yukarı, kanallarda gördüğünüz haberler ertesi gün gazetelerde. Çok hantal bir yapı. Eğer yorumcular okuyacaksanız, onlar da genelde zaten günlük yorumlar olmuyor. Dolayısıyla bu eskimiş bir yapı.”

Tamer KORKMAZ: “Dolayısıyla artık medya etiği açısından basının çok felaket bir dönem yaşadığını söylemeye gerek bile yok. O yüzden artık bizim algıladığımız manada bir medyanın hayatta olmadığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz.”



SES:
(Görüntüler: Cumhuriyet mitingi… Slogan atılıyor…)

Türkiye’de medya konusu her zaman tartışma gündeminin ön sıralarında yer almıştır da, içinden geçtiğimiz süreçte medyaya yöneltilen eleştiriler iyice ayyuka çıktı. Siyasetçiler ülkede meydana gelen her olumsuz gelişmenin ardında medyayı görüyorlar. Siyasetçilerin sağcı veya solcu olması fark etmiyor, sağcı-solcu, hepsi medyadan şikayetçi.
Halk da medyadan bîzar durumda. Kamuoyu yoklamalarında güven ölçüldüğünde, itibarı yerlerde sürünen mesleklerin ön sıralarında geliyor medya.
Birkaç ilde peşpeşe yapılan Cumhuriyet mitinglerine en büyük destek medyadan geldi; mitingler zaten görkemliydi, medya da çok iyi yansıttı, olduğu gibi gösterdi mitingleri… Gösterdi de ne oldu? Mitinglere katılanların hep bir ağızdan tekrarladığı pek az ortak slogandan biri, medyayı, özellikle de gazete ve televizyonların büyük bir bölümüne sahip bir medya grubunu kınayan slogandı.


F KORU
(Görüntü: Gazete basım tesisleri, tv yayın odaları, gazete binaları…)

Kim ne derse desin, medya, günlük hayatımızın çok önemli bir unsuru. Gazeteleri başka ülkelerdekiler kadar çok okumuyor olabiliriz; kişi başına düşen gazete sayısı Avrupa ortalamasının bayağı altında çünkü… Ancak, gazete satın almayanlarımız bile, kahvehanelerde, kafelerde, toplu bulunan mekânlarda gazetelere göz atmadan edemiyor. Okuyan kişi sayısı açısından bakıldığında bayağı yüksek bir tirajı var bizim gazetelerin.
Gazete okumayanlarımız bile saatlerini televizyon ekranı başında geçiriyor. En uzun süreyle televizyon izlenen ülkeler sıralamasında en önlerde yer alıyoruz. Her gün gazeteler ve ekranlardan evlerimize haberler yağıyor; yorumlar okuyor, yorumlar dinliyoruz.
Medya günlük hayatımızın önemli bir parçası, ama ne hikmetse, genel olarak medyayı ve medya mensuplarını fazla sevmiyoruz.
Neden acaba?
Acaba 150 yıldan uzun bir süredir seçim yapılan, halkı demokrasiyle barışık bir ülkede darbelere çanak tutması yüzünden mi? ‘Apoletli medya’ gibi yakıştırmalar boşuna yapılmıyor…
Kimilerinin tekelleşme, bazılarının da yoğunlaşma dediği tablo mu rahatsız ediyor insanlarımızı? Gazeteler, televizyon kanalları, dergiler, dağıtım şirketlerinin aslında hepi topu bir-iki elde toplanmış olması mı rahatsızlık konusu?
İlkesizlik, kişilik haklarına saygısızlık, iktidara ortak olma hevesi, kendini herkesten, her kurumdan daha üstün görme bencilliği mi?
Nedir medyayı ve gazeteciyi halkın gözünde itibarsız kılan?



Kürşat BUMİN
(Tv tartışma programlarından kesit görüntüler… IPI toplantısı görüntüleri…)

Tabi bu ilkesizlik bir, bir de medya kendi işini, yani kendisine biçilmiş, teorik olarak yeterli görmüyor, daha büyük hevesleri var. Dolayısıyla nedir medyanın yolu, yani ayna tutmak işte klasik şeyiyle hakları ve aynı zamanda tabi ki işte iktidarlar karşısında diğer kuvvetler karşısında korumak, böyle bir işlevi var. Bu yönde bir habercilik yapmak yorumculuk yapmak. Ama bu bizim medyaya az gelen bir rol ve işlev. O daha büyük bir rol oynamak istiyor. Hatta bir espri olarak söylendiği gibi hükümetler kurmak istiyor, hükümetler dağıtmak istiyor veyahut işte hükümetler geri çekilip devletin diğer organları öne çıkınca onlara akıl hocalığı yapmak istiyor. Kendisinin olması gereken işlevi ve rolü ona az geliyor. Oysa bu çok büyük bir iş bu kadarıyla. Ama ona yetmiyor. Daha büyük olmak istiyor, daha güçlü olmak istiyor, hatta güçlüler arasında yer almak istiyor. Oysa medyanın böyle bir isteği arzusu olmaması lazım.


Yavuz BAYDAR
Türkiye de basın gazeteler görsel medya, bağımsız mı? Tırnak içinde bağımsız mı?. Bence değil. Bence hala ciddi sorunlarla boğuşan bir sektörüz biz. İstikrarı sağlayamamış bir sektörüz. Teknik açıdan bakıldığı vakit de birçok sektörde, işte bankacılı, sigorta turizm, hangi sektöre bakarsak bakalım orda bir normalizasyon bir kurallaşma, kurala göre işleyiş oluştu iyi kötü. Onlar kendi kurallarını oluşturuyorlar. Kurumsallaşma belli bir noktaya geliyor yavaş yavaş ama hala çok ciddi sarsıntılar var. Pek çok kişi benim konuştuğum genel uzmanlar Türkiye deki en sorunlu sektörün basın sektörü olduğunu düşünüyorlar. Haklılar.

(..)
Türkiye de maalesef patronaj baskısının gazeteciliği ben her gün, gün gün, yani istisnalar belki var ama etkilediğini düşünüyorum ve görüyorum. Halk da bunu görüyor. Okurlardan da sürekli olarak böyle bir şey geliyor. Okurdan gelmesinin sebebi okurların gördükleri haberlerde veya görmedikleri haberlerde hep başka bir neden arıyor olması önemlidir. Bu bir işarettir. Bu bizim için bir alarm işaretidir ama maalesef Türkiye de hala yerleşik zihniyet pek çok hayat alanını etkisi altında tutan zihniyet gazetecilerin mesleki faaliyetlerinin doğru dürüst yapılmasını da engelleyen bir zihniyet. Bir örnek vereyim, bir headhunter dediğimiz, işi gücü uzman bulmak olan çok tanınmış bir kişi, bana bir gün dedi ki sizin sektör o kadar sorunlu ki mesela şöyle bir örnek vereyim dedi bankacılık sektöründe bir banka patronu, bankaya sermaye vermiş olan bir kişi işi teknik insanlara bırakır, bankacılık uzmanı olmuş işte iktisatçı insanlar her gün çalışırlar, işi kurallarına göre yaparlar, ayda bir toplantı yapar işin gidişatına bakar ufak tefek talimatlar verir ki daha iyi olsun durum diye. Fakat sizde herkes, gazeteci olmayan ama yönetici konumunda bulunan kişilerde gazetecilik bildiklerini zannediyorlar. Ve işte televizyonlarda gazetelerde sürekli olarak işin içine karışıyorlar. Tabi güçlü konumda oldukları için de kendilerine bir şey söylenemiyor. Kendilerine bir şey izah edilemiyor. Bizim mesleğimiz bizler tarafından yürütülmesi gereken bir meslek.


Mustafa SÖNMEZ
(Görüntüler: TV ve gazete binaları, gazeteler gecidi)

Şimdi bütün bu aslında nicelik olarak baktığınızda hem gazete sayısı, hem televizyon kanalları, radyo kanalları, Türkiye de çok talebin üstünde bir medya niceliği var. Ve bu nasıl dönüyor. İşte topu topu 2 milyar dolarlık da bir reklam pastası var. Yani 2 milyarlık bir reklam pastasıyla bu sektör dönüyor. Çünkü gazete satışları bu toplam gelirlerin içerisinde %20 ye yakın. Yani sektör %80 oranında reklam geliriyle dönüyor. %20 ancak satışlardan alıyor. 2 milyar dolar da bu kadarlık bir niceliği kaldırmıyor. Onun için ekonomik olarak baktığınızda aslında bu sektöre kar saikiyle girmiş olanların buradan elde edebilecekleri bir şey yok. O zaman niye giriyorlar yani kar saiki söz konusu değilse, işte orada hemen medyanın bir başka özelliğini hatırlamamız gerekiyor. Bir başka dışsal fayda yani medya gücü sayesinde başka bir politik güç edinme, rakibe karşı bir güç edinme, siyasi iktidara karşı bir güç edinme gibi dışsal faydalar ağırlık basıyor. Dolayısıyla bugün medya da bulunmanın gerekçelerinden ya da açıklamalarından ağırlıklı olanı zararına faaliyet göstermesine rağmen onu telafi edecek çeşitli avantalarının olması diye açıklayabiliriz. Ya da belli kesim için orada para harcamanın gerekçesi bir politik güç edinebilme, medyayı bir politik ayağın destekçisi olarak kullanma. Şimdi buradan nereye gidiyor. Buradan iki tür hastalık çıkıyor aslında medya gücünü artık bir silah gibi kullananlar, buradan istedikleri gibi manipüle ettikleri için hem okura ihtiyacını duyduğu objektif haberciliği , çok görüşlülüğü yorum farklılığını yani bütün bunları sunmamış oluyorlar. Çünkü buradan başka bir yere, manşetler başka türlü oluşturuluyor, duruşlar başka türlü seçiliyor. Politik iktidarla ilişkilere bağlı oluyor yani o grup bir özelleştirme ihalesinin peşindeyse politik iktidarla başka bir duruş içerisinde oluyor ve manşetlerini haberlerini yayın çizgisini ona göre seçiyor. Ve uzun zamandır Türkiye de medya artık böyle bir şeyler içerisinde, etkilenmeler içerisinde. Ondan dolayı da okurun hem haber alma hakkı, hem farklı yorumları okuma dinleme hakkı çarpılmış oluyor. Yani bu anlamda medya bugün çarpık bir zeminde. Ve okur da bundan mağdur bunu böyle görmek gerekiyor.


Andrew FINKEL
Aslında durum şöyle: Türkiye de iyi gazeteciler var, çok iyi fotoğrafçılar var, iyi kameraman var iyi röportör var. Onu açık açık diyebiliriz yani, dünya standardı var. Ve Türk halkı bilgi alıyor bu iyi gazetecilerden, köşe yazarlarından, saygıyla okuyorlar. Ama iyi gazeteciler olmasına rağmen, iyi gazete pek bulunmuyor yani olup olmadığına yüzdeyüz emin değilim. Hep şöyle düşünüyorum, Türk gazeteleri hep yüksek puntolu konuşuyor, hep yani 100 metre ilerden manşetin ne olduğunu görebilirsiniz. Ama keşke okuyanlara saygısı da olsa. Yani gazete okuyanlar okumak istiyor. Herkes değil ama bazıları okumak istiyor ve okuyacak gazeteleri de bulmak zor. İmkansız demiyorum.

Mesela bir gün, yani kaç sene önce yeni bir olay değil de, Londra ya gidiyordum, ve ben uçaktaydım, arka koltukta oturuyordum, ön koltukta biri gazete okuyordu. Tabi arkadan okuyabiliyordum. Ve manşet margarin sağlığa zararlı diyor. Aklıma ilk gelen şey de yani bu manşet nereden geldi, margarin şirketi ilan vermedi mi, bu haber nerden çıktı diye aklıma geldi. İndim uçaktan, gittim İngiliz gazete bayiine o zaman da times gazetesinde muhabirdim, aldım kendi gazetemi, times gazetesini. Orada manşet var. Margarin sağlınıza zararlıdır. Yani aynı haber ama bu habere inandım ve öbüründe şüpheliydim. Demek ki güven meselesi vardı belki.


Ragıp DURAN
Türk medyası aslında Türkiye toplumuna, Türkiye vatandaşlarına, Türkiye okurlarına vermesi gereken gerekli farklı bilgileri farklı görüşleri vermiyor. Böyle biraz gazeteler , radyolar, televizyonlar, stadyumlardaki amigolar gibi, çok fazla tek yanlı bakılıyor. Türkiye nin gidişatından haberdar olmak için bir tek gazete okumak maalesef yetersiz. Oysa demokrasi gelişmiş, medya okur yazarlığı gelişmiş ülkelerde bir tek gazete, -bu sağcı veya solcu olabilir,liberal olabilir, muhafazakar olabilir- bir tek gazeteyi aldığınız zaman bir gün önce o ülkede ve dünyada ne olup bittiğini haberolarak öğrenebilirsiniz. Görüşlerine katılamayabilirsiniz ama bizde en azından iki üç televizyon haber bülteni, en azından iki üç farklı grubun gazetesini okuduktan sonra hiç olmazsa biraz bir takım şeyler öğrenebiliyoruz. O bakımdan Türk egemen medyası kendi görevini de yerine getirmiyor.


Mustafa SÖNMEZ

Maalesef gazetelerin genel yayın yönetmenleri, önemli köşe yazarları, sayfa editörleri, patronajla o kadar iç içe girmişler ki gazeteyi ya da tv yayını yapan şirketin yönetim kurullarında yer alıyorlar. Şimdi şirketin yönetim kurulunda yer alacak kadar patronajla iç içe olduğunuz takdirde hiçbir özerklik alanınız kalmaz. Dolayısıyla problem buradan başlıyor. Yani b urda bu düzeydeki insanların hem aşağıdan bir basınçla, hem kamuoyundan bir basınçla, şirket yönetim kurullarında iki şapkalı durumda oturmamaları gerekir. Gazetecilerse gazeteci gibi çalışmalılar, ve son tahlilde bir ücretli olduklarını bulundukları yerin gereklerini yapmalılar. Ama tersi olduğu takdirde zaten baştan itibaren bir sürü çarpıklıklar başlıyor. Yani o zaman durumdan vazife çıkartıyorlar, patrondan daha çok patron, kraldan daha çok kral oluyorlar. Derece derece.
….

Medyayı bir silah olarak kullanma saiki ve ondan bir takım ekonomik getiriler umma eğilimi bu kez politik iktidarı da medya karşısında bir anlamda güçlü kılmaya başlıyor. Çünkü eğer bugün medyada yatırımı bulunan patronları medyanın dışında bir takım ekonomik girişimler beklentiler hükümetin karar vereceği ihaleler özelleştirme projelerinin peşindelerse, bunu gören siyasi iktidarlar da bu hedef peşindeki medyayı çok kolay manipüle edebiliyor. Onları yönlendirebiliyor. Çünkü burada bir açık karın var yumuşak karın var. Medya böyle beklentiler içerisinde olduğunu ortaya koyduğu anda ya da medya endüstrisinde yatırımı olan gruplar holdingler, hükümetler de bu açığı bu beklentiyi tespit ederek onları istediği gibi yönlendirebiliyorlar.



F KORU
(Görüntüler: Geçmişe ait gazete görüntüleri, Şinasi, Agah Efendi portreleri…)

Türkiye’de medyaya dönük ters bakış, henüz ‘medya’ adı ortada görünmezken, hatta Türkiye’nin ‘Osmanlı Devleti’ diye anıldığı yıllarda oluşmuştur. Türk basınının öncüleri olan Agah Efendiler ve Şinasi’lerin birbirlerini itiş kakışlarıyla başlayan, Cumhuriyet döneminin başlarında Ankara ve İstanbul basını arasındaki çekişmelerle devam eden süreç halkın gazetelere ve gazetecilere bakışını da belirlemiştir.
İlk gazetelerden Tasvir-i Efkâr’da, Şinasi, yayın ilkesini, “Havadis vermek, halka kendi menfaatlerini imal-i fikretmeyi ve kendi meseleleri üzerinde durmayı öğretmektir” diye ilan etmesine rağmen, o dönemin gazetelerinin çoğu halkı önemsemez yayınlar yapabilmişlerdir.
Osmanlı basınının en önemli sorunu satışla ayakta duramayan gazetelerin kaynak sorunuydu. O dönemin gazete patronları sorunu ya Saray’dan ya da ecnebi ülkelerde beslenerek çözmüşlerdir.
Uzun bir listesi var, bu sebeple tek tek okumaya gerek yok: Cumhuriyet kurulana kadar pek çok gazetenin tek bir gelir kaynağı vardı: Zat-ı Şahane; yani Saray…
Önemli gazetecilerden Ahmet Emin Yalman anılarında, “Bütün gazeteler ecnebi parası alır mıydı?” diye sorduktan sonra, “Bu elbette iddia edilemez” diyor… Diyor demesine, ama hemen ardından da kendisinin iyi bildiği, yabancı ülkelerden paraca ve fikirce beslenme olaylarını birbiri ardına sıralıyor…
Bir gazeteci Basiretçi Ali örneği var ki, kaleme aldığı anılarında yabancı büyükelçiliklerden gördüğü ‘yardımı’ kendisi itiraf ediyor, hem de hayatıyla ilgili biyografilerde açıkça “Berlin’den matbaa makineları ve parayla döndü” kaydına rastlanıyor…


SES
(Görüntüler: pentagon… Amerikalı askerler Irak’ta… 1 Mart tezkeresi görüşülürken Meclis… Ameirkan askerleri…)

Benzer iddialar Amerika Irak’a savaşa hazırlanırken Pentagon içerisinde oluşturulan bir özel büronun yandaş medya oluşturmak için etrafa para saçtığı haberleri duyulduğunda da tekrarlanmıştı. 200 milyon dolar kadar bir miktarın bizim medyaya ayrıldığını ileri sürenler de çıkmıştı.
Bu iddialar, haberler doğru mudur, yalan mıdır, elbette kesin olarak kimse bir şey söyleyemez. Ancak, ister para desteği olsun ister olmasın, gazetelerin kritik dönemlerde yaptıkları yayınların kendi halkımızın çıkarlarıyla yüzde 100 uyuşmadığını 1 Mart krizi sırasında yaşamadık mı? Bazı televizyon kanallarının, gazetelerin o dönemde yaptıkları savaşçı yayınlara kansaydı Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, bugün Irak’taki bataklık içerisinde ülkemiz de yer alacaktı. Bu arada, Irak’taki savaş süregittiği için 60 bin Amerikan askeri de topraklarımızda cirit atacaktı…


(Görüntüler: 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül…)

Esas sorun ise medyanın demokrasi konusundaki kötü karnesidir. Ülkemizde bugüne kadar yaşanan pek çok altüst oluşta en büyük pay medyanındır.
Darbeler öncesinde tahrik görevini üstleniyor medya. Darbe gerçekleşince bu defa darbecileri kendi kafasındaki programı yerine getirmeye teşvik ediyor. Bir süre sonra da tenkit dönemi başlıyor; medya kendisinin hayat damarının demokratik haklar ve özgürlükler olduğu hatırlayıp başlıyor darbecileri eleştirmeye…



Hayati TEK

Darbe kabul edilemez. Hiçbir hal ve şartta darbe kabul edilemez. Yani şimdi bir sıkıntı var diyelim demokratik sistem içinde çözülemiyor. Öyle bi durum var. E şimdi bir sıkıntı başka bir sıkıntıyla, daha büyük bir sıkıntıyla temizlenir mi? Mümkün değil. Dolayısıyla bir olumsuzluğu başka bir olumsuzlukla temizleyemeyeceğimize göre buradaki demokrasinin kendi gerçekleri içerisinde konunun çözülmesi gerekiyor. Şimdi basın otomatik olarak kamu görevi yapar. Kamu görevi yapan yayın kuruluşlarının önce kamunun yanında yani milletin yanında olması gerekir. Demokrasinin yanında olması gerekir. Çünkü basının ve daha pek çok şeyin ayakta kalabilmesi hayatını devam ettirebilmesinin yolu demokrasiden geçmektedir, özgürlükten geçmektedir.

….


(Görüntü: 27 Mayıs)
Tabi şimdi 27 mayıs bir ilk darbe, bu anlamda cumhuriyet tarihi açısından baktığımızda. İkincisi, muhtıra gibi hafif bir olay da değil, direk ihtilal mantığı içerisinde ele aldığımız, kimileri devrim olarak da nitelendirse bir darbe. Ve gerçekten sert bir darbe.

….

Tabi doğal olarak demokrat partinin karşıtı olan basın organları vardı. Ki onların çoğu cezaevindeydi demokrat parti döneminde. Ama bunun yanında demokrat partiyi destekleyen de çok sayıda gazete vardı ve gazeteci vardı. Enteresan olan o işte. 27 mayıstan sonra, 28 mayıs sabahından itibaren onlar da demokrat parti karşıtı oldular. ////// demokrat partiyi destekleyen mücadele isimli bir gazete vardı. Bu gazetenin logosunun altında günlük siyasi demokrat gazete yazıyordu. 27 mayısa kasar böyleydi. Sonra 28 mayıs günü o demokrat ifadesi buharlaştı. Yerine günlük siyasi gazete kaldı. Bu da bir tavır. Nihayetinde. Ve şunu çok rahat söyleyebiliyoruz; 27 mayıs darbesi karşısında Türkiye deki bütün gazeteler ve gazeteciler askere selam durmuşlardır.



Kürşat BUMİN

Dolayısıyla ismini hak eden bir basın ismini hak ediyorsa özgürlüklere çok titiz olması lazım o konularda çok ilkeli davranması lazım. Türkiye de asıl görülmeyen husus o. Özgürlükleri hiçbir zaman olması gerektiği gibi , büyük bölümüyle konuşuyoruz, hem de epeyce büyük bir bölümüyle, bunlar basın için sonuna kadar savunulması gereken ilkeler değil, değerler değil. Tamamen hangi iktidarın sesi çok çıkıyorsa, iktidar derken sadece siyasi iktidarı da kastetmiyorum. Duruma göre kendisini hemen yeni duruma adapte eden, duruma göre söylemi olan bir durumda. Bunun en iyi örneği tabi askeri müdahalelerde almış olduğu tavır. Yani 1960 27 mayısı gazetelerini açacak olursanız önünüze bugün gerçekten çok vahim bir manzara, utanç verici bir manzara. O zaman görüyoruz ki basın aslında hiçbir özgürlük ilkesini savunmamış aksine yeni gelen iktidarın ajanı olarak çalışmış. Yine diğer müdahaleleri düşünün veya en büyük örneğiyle 12 eylül ü düşünün, 12 eylülün gazeteleri, bunlar Türkiye de üzerinde konuşulmuş ama yeterince incelenmemiş konular, bugün bile pek çok kendisini liberal olarak özgürlükçü olarak sunan kalemlerin gazetelerin nasıl yeni yerleşen askeri yönetimin bir ajanı olarak çalıştığı, gerçekten burada da yine utanılacak sayfalar var. Daha yakınlara gelirsek 28 şubat, 28 şubatta oynamış olduğu rol, artık sadece mevcut iktidarın şeyini aklından geçeni, niyetini yansıtmak veya ona uygun yayın değil bizzat işin içinde olarak ona malzeme sağlamak yarar sağlamak şeklinde. Bakın yakın dönemde yine bir muhtıra oldu 29 haziran, tabi çok olaylar gelişmediği için mesela o tavrına da bakacak olursak 29 nisandan bugüne süratle köşelerin haberlerin sayfaların hemen bu yeni muhtırayı da anlayan, onun mesajını alan bir şekilde karşımıza çıktığını görüyoruz.



SES:
(Darbe dönemleri… 12 Eylül… Kenan Evren…)

Nedense halkımızın zihninde darbeler ile basın arasında birebir ilişki kurulmuştur bir kere. Darbeciler bile, bir süre sonra, kendi yaşadıklarından duydukları hayreti gizleyememişlerdir.
27 Mayıs darbecilerinden birinin, “Biz ihtilal yapmaya gazeteleri okuyarak karar verdik” dediği biliniyor. Biri sucuklu yumurta yaparken, içlerinden biri gazete de okur, sonra “Nasıl darbe yaparız?” diye münakaşa ederlermiş…
12 Eylülün lideri Kenan Evren, darbeden önce yazıları ve sözlü ifadeleriyle kendilerini sürekli tahrik eden gazetecilerin, darbeden sonra değişen tavırlarından duyduğu hayreti kendisine saklamamış, yazdığı kocaman bir kitapta sergilemiştir de. Evren’in kitabı Türk basınının darbeler ve demokrasi konusunda bir utanç galerisidir. Araştırmacı Hayati Tek de, ‘Darbeler ve Türk Basını’ adlı dev hacimli kitabında, bazıları bugün de gazetelerde köşe başlarını tutmuş yazarların kışkırtıcı yazılarını birbiri ardına sıralar.


Hayati TEK:

Bazı köşe yazarları belli bir süre sonra kendileriyle artık helalleşmek diyorum ben ona ya da kendi iç değerlendirmeleri sırasında işte anılarını yazdılar, işte şurda iyi yapmadık burada iyi yapmadık gibi itiraflarda bulundular. Fakat onlar bile 1992den pek bahsetmediler.oysa 1992 çok ibretlik bir dönemdir. 1992de öylesine bölücü terör güçlenmiş durumda ki, Şırnak a 1000 kişilik güçle roketatarlı saldırı yapabilecek kadar güçlü bir durumda. Böylesine bir durumda insanlar darbeden söz edebilirler. Peki sıkı yönetim var darbeyi kim kime yapacak? Yani asker, darbeyi asker yapar. E zaten sıkı yönetim var, yetki askerde e darbeyi kim kime yapsın. Böylesine garabetler de yaşadık biz. Ve işin enteresanı bir sürü köşe yazarı bunu yazabildi. Yani darbe olsa iyi olur biz bu işi önleyemeyeceğiz demokrasi bunun çözümü değil diyebildi. Yani bunları benim anlamam mümkün değil. fakat 92 de böyle bir garabet vardır.pek çok anlı şanlı yazarımız darbe çığırtkanlığı yapabilmiştir maalesef.

….

Hani o Bedrettin Demirel in, orgeneral , meşhur sözü vardır. Şartların olgunlaşması için bir yıl bekledik der. 79 da darbe yapacaktık ama şartlar uygun değildi. O sürede binlerce insan öldü memlekette. Ve işin enteresanı insanlar (08.25) sportoto kolonu gibi, şu gün on kişi öldü, bugün beş kişi öldü, sağdan şu kadar. O manşetlerin asıldığı günlerde herkesin vebali vardır diye düşünüyorum ben. Yani o kadar masum değil.



Ragıp DURAN

Türk egemen medyasının yani yaygın medyanın temel özelliği benim 1996 yılında yayınlanan kitabımda belirtildiği üzere apoletlidir. Apoletliden kastım şu yani Türk egemen medyası en büyük siyasi, ayrıca da ekonomik ve ideolojik güç olan TSK ni desteklemesi değil sadece yayınlarında. Trük medyasını yapısı da apoletlidir. Yani bizim gazetelerimiz televizyonlarımız , radyolarımız birer kışlaya benzer. Muhabirle editör arasında veyahut haber müdürüyle genel yayın yönetmeni arasındaki ilişki demokratik değildir. Ast üst ilişkisi vardır. Hatta büyük gazetelerimizin 20. sayfaya tek sütun 10 santim girecek haber bile bir numara genel yayın yönetmeninin iki dudağının arasındadır. Bunları bizzat kendileri itiraf ediyor. Ünlü bir gazetecimiz kendi gazetesini amiral gemisi diye niteliyor. Türk medyasında terminoloji olarak da çok fazla askeri terimler kullanılıyor. Bomba gibi haber. Bomba kötü bir şeydir insan öldürür. İyi habere dört dörtlük haber denir. Tabii biraz süreç açısından baktığımızda 1980 büyük bir ihtimalle, darbeden sonra 80 darbesi Türkiye toplumunun bütün kurumlarını alt üst ettiği, gericileştirdiği için kaçınılmaz olarak medyayı da etkiledi.



Kürşat BUMİN
(Görüntüler: Medyadan dev binalar, tv stüdyoları, siyasiler…)

Bir de medya kendi işini, yani kendisine biçilmiş, teorik olarak yeterli görmüyor, daha büyük hevesleri var. Dolayısıyla nedir medyanın yolu, yani ayna tutmak işte klasik şeyiyle hakları ve aynı zamanda tabi ki işte iktidarlar karşısında diğer kuvvetler karşısında korumak, böyle bir işlevi var. Bu yönde bir habercilik yapmak yorumculuk yapmak. Ama bu bizim medyaya az gelen bir rol ve işlev. O daha büyük bir rol oynamak istiyor. Hatta bir espri olarak söylendiği gibi hükümetler kurmak istiyor, hükümetler dağıtmak istiyor veyahut işte hükümetler geri çekilip devletin diğer organları öne çıkınca onlara akıl hocalığı yapmak istiyor. Kendisinin olması gereken işlevi ve rolü ona az geliyor. Oysa bu çok büyük bir iş bu kadarıyla. Ama ona yetmiyor. Daha büyük olmak istiyor, daha güçlü olmak istiyor, hatta güçlüler arasında yer almak istiyor. Oysa medyanın böyle bir isteği arzusu olmaması lazım.



F KORU
(Görüntüler: Anonim, belirsiz tv programları görüntüleri… Yerli-yabancı gazeteler…)

Türk medyasının skorlar tablosu hiç açıcı değil. Kişi haklarını kolayca ayaklar altına alabilen bir medyamız var. Benim şahsen hiç unutmadığım olaylardan biri, bir televizyon yayınında, gizli kamerayla yapılan bir çekimde, kendinden yaşça çok küçük bir kadına ilgi duyduğu gösterilen yaşlı bir dinadamıydı. Adamı ağa düşürebilmek için aşırı bir çaba gösterildiği belli oluyordu. Bütün hayatı boyunca etrafından hep saygı görmüş, yüzlerce hafız yetiştirmiş dinadamı, düşürüldüğü durumun utancına katlanamadı, intihar etti. Eli kanlı bir medya bizimki.
Hep belli bir kesimi hedef aldığım sanılmasın diye ekleyeyim: Verdikleri yüz milyonlarca dolarlık reklamlarla medyayı destekleyen büyük işadamları bile, bir gün kendilerini veya canlarından aziz bildikleri yakınlarını, asılsız veya düpedüz yalan haberlere konu olarak manşetlerde görebiliyorlar bizim ülkemizde.



Andrew FINKEL

Tabii bize aynı şey oldu ben , yani bi olay değildi, 1998-99 senesinde ben cnn haber veriyordum, bu haberi bazı kiş beğenmedi, yani meşhur (..) yani, beni vatan haini olarak açıkladı, yani her fırsatta Türkiye nin sırtına hançer atan.. yani tamam olsun. Ama ondan sonra eşimi kötülemeye başladı. Eşim çok çalışkan, çok dürüst, çok değerli bir tarihçi ve onlar, açık açık yalan söylemeye başladı. “O belgeler çaldı kütüphanelerden”… bir ….den bahsetti. Yani, çirkin bir olaydı çok. Eşimin moralini çok bozdu. Çok kötü etkisi vardı. Tabi biz dava açmış. Tazminat davası. Yani kazandı. 2000 dolar kazandı o da bizim mahallenin sağlık ocağına bağış ettik. Bir jeneratör olsun bir deprem gelirse.

….

Yani tabi. Bize gelen şey, biz kendi kendimizi savunabilirdik. Biz mahkemeyi açtık ben bu haberi Washington Post ta yazdım. Yani biz kendimizi savunabiliriz ama bazı kişiler tabi savunamıyorlar. Ama Türk okuyucular, onlar da kendini savunmak biliyorlar. Gazeteyi okuyunca yani biraz akıllı bir şekilde okuyorlar. Bu doğru mu bu yanlış olabilir. Yani bu belki bilinçaltı bir şekilde bir Türk gazete nasıl okumak, alışmışlar herhalde. Ama şaşırıyorum bazen, mesela yani %100 asparagas haber çıkıyor ve önemli konularda yani, mesela kuzey ırak konusunda, yani hatırlıyorum, milliyet te bir haber çıktı; Washington da kocaman bir, dışişlerinde bir toplantı vardı, çok gizli bir toplantı vardı, bu toplantı kim katıldığını bir liste vardı. Çok önemli kişiler vardı. Amerikanın kuzey ırakta gizli bir gündemi vardı gibi ispat eden bir, tam ispat etmeden ispat etmiş gibi bir haberdi. O zaman Türk kamunun çok etkileyebilir bir haber, yani önemli bir haberdi. Ama bu haber yani tamamen yanlıştı. Yani bu toplantıya katılanlar, bir tanesi Japonya daydı, bir tanesi Türkiye deydi, yani bu toplantı olduğu mümkün değildi. Ama üç gün verdi bu haber.sürekli. tabi sadece haber yanlış değildi. Fotoğraf vermişler, bu bu kişiler. Fotoğraf da yanlıştı. … Baki (isim anlaşılmıyor) vardı, bu Baki’nin fotoğrafı değildi bile. O kadar asparagas, o kadar uydurulmuş bir haberdi. Ve tabi o gazete ombudsman vardı. Okuyucular temsilcisi vardı. Tabi şikayet etmişler, okur temsilcisi haber yanlış diye, özür dilerim haber yanlış, ne diyebilirim. Ama o zamandan sonra işten atıldı bu, okur temsilcisi işten atıldı. Demek ki bu ilkeler biraz şey gibi. Şaka demiyorum ama.



Yavuz BAYDAR

Yani bu buradaki temel mesele eksik yazılmış bir haberin, büyük olasılıkla manipülasyon amaçlı yazılmış bir haberin kendisine yönelik eleştirilerin gazete tarafından ısrarla görmezden gelinmesi söz konusuydu. Haberin içinde adı geçen kişilerin görüşlerine başvurulmamıştı ve o kişiler , sadece görüşlerine başvurulmamakla kalınmıyor, bir suçlamayla adeta karşı karşıya bırakılıyor. Adeta töhmet altında bırakılıyordu. Böyle durumlarda genellikle bu kişilerin görüşlerinin alınması gerekir. Çünkü töhmet altında bırakmak kötü bir şeydir. Haksızlıktır. Ben buna müdahale ettiğim için, düzeltilmesi gerektiğini söylediğim için işimi bırakmak zorunda kaldım. Zorunda bırakıldım. Maalesef ombudsmanın bağımsızlığa gölge düşürüldü.



F KORU
(Görüntüler: Menderes, İsmet İnönü, 12 Eylül, 28 Şubat tv tartışmaları, Sisi…)

Esas etkisini ise siyasi hayat üzerinde kullanıyor bizim medya. Bu da yeni bir uygulama değil, eski bir alışkanlık. Demokrat Parti dönemini gazeteci olarak yaşamış bir meslek büyüğü şu yakınlarda çıkardığı anılarında, siyasi tarihimize Uşak Olayı olarak geçmiş İsmet Paşa’ya taş atma olayına açıklık getirdi. Anlattığına göre olayda büyütülecek bir yön yoktu. Kenti terk etmek üzere olan trenin penceresinden kolunu uzatan bir gazeteci, dikkatinizi çekerim bir gazeteci, peronda sessizce bekleşen Demokrat Partili bir kitleye doğru terbiyesiz bir hareket yapıyor; taşlar yağmaya bundan sonra başlıyor.
Hep CHP’ye yakın gazetelerde çalışmış aynı gazeteci, Güngör Yerdeş, 1960 öncesinin darbeye gerekçe hazırlamış pek çok olayının basının uydurması olduğunu da şimdilerde yazdığı hatıralarında tatlı tatlı anlatıyor…
28 Şubat’ın görsel malzemelerini hatırlayalım: Bir tekkede garip hareketler bir sürü adam, çorabı koklanan sahte şeyh, şeyhlerin ağına düşen genç ve güzel başörtülü kızlar… Yıllar sonra, Sisi adıyla ünlü Seyhan Soylu, ortaya çıkıp, “Onların hepsi mizansendi” diyecekti; “Hepsini ben ayarladım…”


Tamer KORKMAZ
(Görüntüler: 28 Şubat, Kur’an kurslarında çocuklar…) Güven Erkaya… MGK…)

Evet Türkiye’de egemen medya tarihsel olarak devletin ana akımı tarafından statiko tarafından kullanılagelmiştir. Ve özellikle psikolojik harekat dönemlerinde çok belirgin bir şekilde kullanılmıştır. Bunun belki de en fazla zirveye çıktığı dönem olarak 28 şubat sürecini zikredebiliriz. O dönemde mekanizma şöyle işliyordu. Burada bir takım dönemin siyasal gidişatına uygun olarak psikolojik harekat çerçevesinde bir takım haberler hazırlanıyordu. Bu haberler nerede hazırlanıyordu. Bu haberler özellikle askeri cenahta hazırlanıyordu.ve medyaya servis yapılıyordu. Daha sonradan medyada yayınlandıktan sonra o haberler alınıp Milli Güvenlik Kurulu nun dosyasına geliyordu ve dönemin hükümetinin önüne konuluyordu. Böyle bir ikili bir yapı vardı. Bunun birinci ayağına baktığımız zaman, daha sonra bunun belgesi şu şekilde ortaya çıktı. Onbaşı, deniz onbaşı Kadir Sarmusak ın mahkemede yaptığı itiraflar sonucunda ortaya çıktı. Burada bir takım haberleri yaptıklarını Kadir Sarmusak itiraf etti. Dönemin bazı manşetlerinden örnekler verdi.bu itirafı da genel yapı içerisinde çok önemli bir yere koyuyorum. Zaten dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya nın bu 28 şubat sürecinde Çevik Bir ile bağlantılı olarak başat bir rolü vardı. Onu da hatırlatmak gerekir. Bu pişirilen, daha doğrusu askeri cenahta pişirilen haberlere belki de en çarpıcı örnek “ürperten irtica” manşetiyle “ürperten irtica yemini” manşetlerinin bir hafta süreyle ülkeyi salladığı dönemi hatırlayacak olursak bu sözü edilen yemin gerçek anlamda bir yemin değildi. 1966 yılında dönemin akşam gazetesi yazarı, İlhami Soysal ın kaleme aldığı, Suriye deki bir takım metinlerden yola çıkılarak, tamamen uydurulmuş, o dönem irtica kampanyasından kullanılmış, verim alınmış bir örnekti. 1966 yılında yapılmıştı. Yani gerçekte Türkiye de böyle bir yemin edecek bir grup ya da bir olay yoktu, bir yemin de yoktu. Yani Türkiye topraklarında böyle bir hadise kesinlikle yoktu. Şimdi bunu, 66 daki olayı aldılar. 1997 yılında tekrar yeni versiyonunu, bir film gibi düşünün, ünlü bir filmin tekrar günümüzde çekilen yeni bir versiyonu gibi düşünün, 97 yılında bu manşeti bu şekilde kullandılar. Ve benzeri bir çok örneklerini sayabiliriz. Bunlar, ne yapıldı, basında yayınladı, Türkiye’de o dönem iktidarının yıpratılması için kullanıldı. İrtica geliyor kampanyası çerçevesinde kullanıldı, daha sonra da Milli Güvenlik Kurulunda bu dosyalar, bu haberlerin yer aldı dosyalar, o zamanki hükümete posta konulması ve hükümetin korkutulması, hükümetin istifa sürecine yöneltilmesi bağlamında kullanıldı. O zaman egemen medya, bir anlamda apoletli medya olarak görev yaptı.


SES:
(Mayo reklamı tartışmalarını hatırlatacak görüntüler…)

Ne güzel bir tezgah değil mi?
Benzer olaylar bugünlerde de yaşanıyor. Genelkurmay’ın bir gece yarısı internet sitesine koyduğu uyarı dolu açıklamada yer alan gerekçeler kısa süre önce gazetelerde çıkan bazı haberlerdi. Bazısının doğruluğu kuşkulu, bazısı aslı astarı olmayan haberler.
Şu günlerde bir de mayo reklamı tartışması yapılıyor. Aslında bu her yıl bu zamanlarda tekrarlanan bir senaryo. Bir mayo firması dünyanın parasını ödese yaptıramayacağı reklâmı, medyanın gönüllü aracılığıyla gerçekleştiriyor. Bir billboard kiralıyor firma ve en kışkırtıcı fotoğrafını orada kullanıyor. Etraftan “Ne oluyoruz?” sesleri yükselince, yerel yönetim, rahatsızlığını firmaya iletiyor, firma da medyaya… İki hafta boyu mayo reklâmını konuşuyor bütün Türkiye… Firma bedava mayo reklâmı yapıyor, medya da bu yolla ‘tahrik’ görevini yerine getiriyor.
Geçen gün bir gazete, büyük bir memnuniyetle, mayo tartışmasının Yargıtay tarafından Ak Parti aleyhinde kanıt olarak kullanılacağını yazıyordu.


Andrew FINKEL
(Görüntüler: Hürriyet’in Boğaziçi Üniversitesinde poşulu, türbanlı gösteri haberi… Varsa o gösteri görüntüleri… Orhan Pamuk…)

Orhan Pamuk bir fahri doktor aldı Boğaziçi, bir gazete bu fahri doktorluğu haber vermedi, Boğaziçi üniversitesi folklorik kulübünde kürt şarkılar söylüyor… bu haberi neden verdi, çünkü beş sene altı seneden beri bunu yapıyorlardı, neden ertesi gün bu haberi vermişler. Yani biraz o şüphe oradan geliyor. Güvensizlikler ordan geliyor.



Tamer KORKMAZ

Bir İngiliz tabloid basının çürütücü bir ilkesi vardır, gerçeğin iyi bir öyküyü bozmasına izin verme. Yani burada ne olursa olsun iyi bir kurgu vardı, tırnak içerisinde iyi bir kurgu yani çürütücü bir kurgu aslında, ve dolayısıyla ortada ne olursa olsun gerçekdışı bir yanılsama bir kurgu meydana getirilerek, burada bir siyasal operasyon yapılıyordu, ve bu operasyon başarıya ulaştı. 28 şubat Milli Güvenlik Kurulundan, 18 haziran 1997 tarihine kadar çekecek olursak, hükümet istifa ettirildi. Ve burada bir takım amaçlar elde edildi. Burada medya, buradaki büyük siyasal operasyona karşı durmak şöyle dursun, tam tersine bu büyük psikolojik harekatın içerisinde çok önemli bir rol alarak yer aldı. Bu demokrasiye verdiği zarar açısından da basının gerçeğe ulaşma ve gerçeği yansıtma işlevine ters davranışı noktasında son derece büyük çürütücü bir dönem anlamına geliyordu ve burada aynı zamanda sadece irtica ile ilgili konularda değil, çok daha temel olan Susurluk konusunda da medya burada, o 28 şubat döneminin çizgisine uygun bir şekilde konunun örtbas edilmesinde çok büyük bir rol aldı.



Hayati TEK

Bugün bile, en son yaşadığımız biliyorsunuz, muhtıra mıydı neydi, tartışmaların olduğu bu son genelkurmay bildirisinde bile ortaya çıkan bir gerçek var o da şu ; Türkiye de bazı kalemler ve bazı basın yayın organları darbe olana kadar şöyle ya da böyle, direkt ya da endirekt o şartların oluşması için manşet atıyorlar, köşe yazısı yazıyorlar, röportaj veriyorlar, fotoğraf yayınlıyorlar, darbe olduğu günden itibaren de en demokrat adam onlar oluyorlar. Türkiye de böyle bir sıkıntı var maalesef. Çifte standart ve bunu sadece 12 martta değil 12 eylülde de görebilirsiniz. Daha sonra 28 şubat sürecinde bunu çok raht görebilirsiniz. Darbe olana kadar çaktırmadan darbeci, darbe olduğu gün en büyük demokrat onlar. Maalesef, o gün Ulus tu , sonraki dönemde pek çok pek çok yayın organında bunu görüyoruz. Burada tek tek yayın organlarının isimlerini zikretmek istemiyorum kitapta zaten dip notlarda detaylı bir şekilde bunlar anlatılıyor. Ama bu bence çok değişik bir hastalıktır. Yani bir taraftan sureti haktan görünmek, bir taraftan da aba altından sopa göstermek , yani hoş bir tavır değil bence. Bir basın, özgürlük tarafında yer alması gereken bir basın mensubuna yakışmayacak bir hareket bence.



En baştaki görüntüler
Cumhuriyet mitinglerinden görüntüler… Özellikle hHalkın medya karşıtı sloganlar attığı, “Doğan Medyası dışarı” diye bağırdığı bölümler…
Flash-TV’de önceki akşam programa telefonla katılan Aydın Doğan’ın kızgın sesi…
Hürriyet, Milliyet, CNN-Türk dev binaları…
Türkiye’de çıkan gazetelerden görüntüler…
Ünlü gazeteciler –portreler- birbiri ardına akan fotolar…



F KORU
“Ne zaman öyle değildi” diyeceksiniz, ama yine de emin olmanızı istediğim cümlemi söyleyeyim: Türkiye çok kritik bir dönemden geçiyor. Ülkemizi hedef alan planların başarıya ulaşması ancak bizim gafletimizle mümkün olabilir. Uyanık olacağız, doğru tercihlerde bulunacağız. Peki de, tercihimizi yaparken, kararımızı verirken hangi bilgilere dayanacağız?
Her kafadan bir ses çıkıyor, ağzı olan konuşuyor, ama çoğunun dayandığı, nereden geldiği belli olmayan uydurma haberler. Bizim medyanın yalan haber konusundaki sabıka dosyası hayli kabarıktır; asılsız haberlerle ülkeyi getirdikleri yer de işte burası.
Ben size çarenin tek bir sözcükte yattığını söyleyip duruyorum: Her okuduğunuza, izlediğinize, işittiğinize o sözcükle yaklaşın: “Acaba?”
Acaba doğru mu? Acaba yine yalan haberlerle ortalığı mı bulandırıyorlar? Acaba gerçeği nereden, kimden öğrenebilirim?
Tek çare “Acaba?” diye sormak, bunu unutmayın yeter…

Hiç yorum yok: